25 Kasım 2008 Salı

İçim

Artık çokça adam,
Ve kaldığı kadar, azca çocuk…
Ekle bunlara bir de biraz sen…
İşte ben…

İlkayCeyhan
07 Temmuz 2008
İstanbul

Öylesine Bir Hikaye

Sahnedeyim… Tozlu, tahta zemin üzerinde… Tüm spotları açık sahnenin, tam ortaya vuran ışık hüzmesinin altındayım… Kimse yok tiyatronun salonunda, daha oyunun başlamasına saatler var. Ekipten gelen ilk kişi de benim zaten, temizlik görevlileri bile ortada yok. Tek başıma, karşımdaki kırmızı kadifeden imal koltuklara bakıyorum… Birbirlerine geçmiş dişliler gibi sıralanan koltuklar dikkatle inceliyor beni, ben ışık hüzmesinin altında sessizce duruyorum.
Rahatsız ediyor bir anda beni boş kırmızı koltukların dik bakışları. Aslında rahatsız eden suskunluğum, işime geliyor suçu koltukların üstüne atmak… Yıllardır bakıyorlar bana öyle dik ve boş bir şekilde, hem gözlerimin kırmızılığı onlardan hatıra bana, dedim ya, beni rahatsız eden susuşum… Dekorların arasına dalıyorum bir anda kulis tarafına koşarak, nedenini bilmeden, tamamen içgüdüsel. Etrafa göz gezdirirken bilinçsiz bir şekilde, bir paravanın arkasından uzatıveriyor kafasını eski püskü bir berjer koltuk, “Ne var? Ne istiyorsun?” der gibi… Aslında “gibi” kısmı fazla… Resmen kafa tutuyor bana koltuk, büyükannelerimizin, ninelerimizin evinde görebileceğimiz kadar eski, tozdan rengi solmuş o yeşil kumaşlı, oymalı kakmalı, kaknem koltuk. “Ne var?” diye üsteleyerek soruyor bana paravanın arkasından efelenen, yapayalnız ölümü bekleyen yaşlı bir adamın huysuzluğuna sahip koltuk… Susuyorum… Tek kelime harcamaya niyetim yok. Huysuz koltuğun yanına gidip kaldırıyorum paravanı üzerinden. Güç bela getiriyorum sahnenin ortasına, biraz önce beni aydınlatan ışık hüzmesi artık ikimizi aydınlatıyor.
Anlam veremeyen gözlerle bakıyor bana, seyircilerini bekleyen kırmızı koltuklar, fısıltılarını duyuyorum ne yaptığımı sorgulamaya çalışan… Oturuyorum berjer koltuğun üstüne, “kilo vermen lazım delikanlı.” Diyor bana gıcık koltuk, “Sus” diyorum “kemiklerim iri benim…”. “Ama sağlığın için… Hem şekerin varmış; geçen kuliste konuşurlarken duydum” diye inadıma inat ediyor inatçı koltuk, “Boşver” diyorum “Çok sağlıklı düşünen biri değilim”.
Bir sahil kasabasının denize bakan, çıkmaz sokaktan bozma boşluklarından birine atılmış, eski püskü, boyası dökülmüş, üstü yosun dolu, kullanılmayan bir teknenin üstüne keyifle uzanmış bir kedi gibi oturuyorum yaşlı koltuğun üstünde… Işık gözlerimi kamaştırıyor, hani baksam geçmişimin penceresinden göremeyeceğim kimler gelmiş geçmiş hayatımdan, aşk solmuş mu, yağmur yağıyor mu hala aşk ağladığında…”Geçmişte yaşama delikanlı” diyor sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi yaşlı koltuk. “Geçmiş ağırlık yapar bünyende eğer her seferinde bakarsan ona, ayağında prangalaşır, ağır aksak kalırsın” diyor “ bak bana, unuttum benliğimin festivallerini çoktan, takılı kaldım gölgelerimde, havai fişekler gibiymiş aşk, bir süre sonra tepe noktaya varır sonra yavaşça söner gidermiş, gerisinde bir iz bırakarak. Boşver geçmişi… Tadını çıkar sadece yaşadıklarının, zamanının, bak bana, örnek al, tozlanmasın seninde yüreğin paravan arkalarında…”. “Geçmişi düşünmüyorum” diyorum, şaşırıyor yaşlı koltuk. “Şimdide benim aklım, bir çift yeşil göz var gözlerimin içinde ve aklımda hep yemyeşil bir deniz, medceziri kuvvetli, poyrazı sert…”. “Ah be delikanlı!” diyor yaşlı koltuk, “Hadi kalk, boş ver, umudunu yitirme… Oyunun var akşam git hadi kostümünü giy, makyajını yap. Dağılır kafan nasıl olsa, hadi” diyor. Kalkıyorum, hala kendi aralarında fısıldaşıyor kırmızı kadife koltuklar. Gözümü kamaştırıyor sahnenin ışıkları, aklımın köşesinde hala yemyeşil bir deniz, İzmir’imin yolları gibi, tüm yollarım denize çıkıyor. Akşama oyun var, dağılmıyor kafam…

İlkayCeyhan
Eylül 2008
İstanbul

Sarhoşluk

Gözlerinin yeşili düşmese
İçtiğim rakı bardağının buğusuna,
Kim bilir,
Bu kadar sevmeyeceğim bu mereti
Belki de…
Ve hatırlatmasa
Bu kente düşen her yağmur damlası
Adının anlamını bana…

İlkayCeyhan
Eylül 2004
İzmir

Dilbilgisi

“Seni Seviyorum” cümlesindeki
Gizli özne olur adım
Kullanılınca aynı cümle içinde
Adınla…

İlkayCeyhan
27 Şubat 2006
Fransa-Nice

Güz Yaklaşırken

Mevsim sonlarında kapanan
Yazlık sinemalar gibiydi aşkımız…
Kıymıkları kıçımıza batan sandalyeler
Üst üste… Yerlerde yaprak kalıntıları…
Aklımızın en ücra köşelerine kazınmış
Öpüşme sahnesinin üstüne yazılı
Bir “SON” yazısı…

İlkayCeyhan
11 Nisan 2008
İstanbul

Memnuniyet

Üç oda bir salon evim
Aidatı kirasına göre yüksek
Ama “olur o kadar”
Diyorum bazen
Yokuşta da değil ya
Keyfim yerinde…
Ev sahibimde insaflı adam hani
Sensizliği katmıyor kira parasına…

İlkayCeyhan
26 Ocak 2004
İstanbul

Zaman...

Çocukluğumuzda…

Anlamazdık nasıl geçtiğini zamanın… Çağırılınca adımız irkilirdik, bitişiydi oyun zamanının, banyo ve yemek zamanıydı… Biz sokağın tozunu yutmayı, terimizle yıkanmayı tercih ediyorduk… Ama aklımız ve bedenimiz başka bir boyuttaydı, bir sonraki günün oyunlarına yetişme sabırsızlığı ve telaşıyla geçiyordu çocukluğumuz… Zamanın ne demek olduğunu, niçin aktığını, ne amaçla bu kadar çabuk geçtiğini bilmediğimiz, anlayamadığımız, çocuk aklımızla da sürekli “vardır bir sebebi” diyerek düşünmeye bile tenezzül etmediğimiz…

İlk Gençliğimizde…

Okul sıralarında geçerdi tüm zamanımız, belki ilk aşkımızın hayalini kurarak, belki hafta sonu yapacaklarımızın hayalini kurarak, sıra arkadaşlarımızla neler yapmak istediklerimizin hayalini kurarak ama illa hayal kurarak, hayallerimizi oyunlaştırarak… Güzel olunca hayaller, zaman da güzel olurdu bizim için geçip gitmezdi hemen ya da bize öyle gelirdi… Bir bakmışız ki gelmiş günün sonu, servisler dayanmış okul kapısına, inatçı bir de alıp seni eve götürmek konusunda… Onlara inat, kalıp okulun bahçesinde devam edilirdi oyuna, ev nasıl olsa duruyor olduğu yerde… Kaçmıyor ki mübarek… Zaman mı? Geçerse geçsin be! Bana mı geçiyor?

Gençliğimizde…

Ayrı şehirlerde olmanın burukluğu ve illa sevinci olurdu sevdiklerimizden ayrılmanın, sonuçta “Hiç ayrılmayacağız” dediğimiz insanların yanından gelmiştik “Hiç ayrılmayacağız” diyeceğimiz insanların yanına, “Adam” olma ihtimalimiz göz önüne alınarak… Alkolden miydi yoksa aşkımızın dudaklarında yakaladığımız hazdan mı ya da geldiğimiz şehrin büyüsü müydü aklımızı dumanlaştıran bilmezdik ama hep beraber ortak zamanlarda yaşadıklarımız, arkadaşlıklarımız, unuttururdu tüm düşünceleri, “Adam” olma ihtimallerimizi… Sırt sırta sızışları yaşardık, her gece ayrı bir evde uyanmanın ve geçen akşam yaşanılanların bıraktığı tebessümü bütün gün boyunca yüzümüzde taşımanın gururunu… Ortak cümlemizdi “Bizden adam olmaz birader” lafı, başımızda kavak yelleri… Dururdu zaman… Akmasın diye dua ederdik içten içe… Sonra bir baktık ki, duruyor gibi yapan “zaman” durmuyormuş meğer… Akıyordu durmadan, içimizde "Gerçeğe" uyanmanın hayal kırıklığı…

Şimdi…

Farkındayız artık, kandıramıyor bizi zaman… Kandıramadığı gibi sanki çok daha hızlı akıp gidiyor şimdilerde… Telaş dolu hayatımız, sorumluluk yüklü omuzlarla dönmeye çalışıyoruz gençliğimize, ilk gençliğimize, çocukluğumuza… Yüklerimiz ağır geliyor kalıyoruz “Şimdi”de… İçimizde garip bir burukluk ve her zaman bir umut, telaşımızdan kurtulup görebilmenin eski dostları, geçmişin umursamazlığını -bir-iki saatliğine de olsa- tekrar yaşayabilmenin, gözlerimizdeki yılgınlığı eskiden olduğu gibi pırıltılarla değiştirebilmenin… İnsanoğlu bir garip gerçekten, bildiğin hayat telaşına “büyümek” diyor… “Büyüyoruz”, içimizde bir çocuk hala tepinip duruyor, ne kadar “çocuk” kaldıysa işte o kadar çocuk kalıyoruz yaşadığımız hayata… Ve farkındayız, akıyor zaman, durduramıyoruz…

İlkayCeyhan
Eylül 2008
İstanbul 

Mahçup Bir Çocuk

Bahçesine kaçmış
“Sana” diye düşlediğim aşk
Huysuz yaşlı bir teyzenin
Tehdit ediyor beni
Kesmekle dört bir yanımdan
Sevgimin…

Ah be teyzem!
Nereden bileceksin ki
Karşılığı yoktur o aşkın
Kessen de
Kanayacak olan sadece
“Ben”…

İlkayCeyhan
15 Temmuz 2007
İstanbul

Giderken

Boşuna değil susması doklardaki çekiç seslerinin,
Martıların da var bir bildiği, laf değil…
Hem ne kalır geriye
Bu şehrin Arnavut kaldırımlarında yaşanan
Ve dört bir yanı yasemin kokan
Bir sevdadan?
“Üzgün sırtlan duruşlarımızdan” ne kalır?
Sade zaman… Etkenken edilgen olan…

İlkayCeyhan
02 Ekim 2000
İzmir

Artık Yok

Hani vardı ya bir aşk hikâyesi
“Zamanın birinde” diye başlayan
Pirenin tellallıktan geçim sıkıntısı çekip
Ek iş olarak berberlik yaptığı…
Dört bir yanı mağrur sallarken dedemin beşiğini
Bir dudağı gökte
Diğeri dudaklarında…
Hani, göç ederken düşlerimiz
Düşlerimizi süsleyen
Ve hangi zaman unutur gibi olsak hatırlatılan…
Süslü yalanların günah sayılmadığı
Biraz da bizim aşkımıza benzeyen
Ve sonunu hep mutlu bildiğimiz…
Hani vardı ya bir aşk hikâyesi…

İlkayCeyhan
Mart 2000
İstanbul

..............

Dört bir yanım sen şimdi
Tek Kurşunluk volta saatlerinde…

Eksiltili, tek kişilik oyunlarım vardı
Bu gecikmişlerin kentinde,
Sen süblimleşmiş aşklarına
Kristal sözler armağan ederken…
Unuttuklarımdın, yanımdaydın
En çok gözlerine yakışırdı aşk senin…

Sızmaz oldu ses duvarlardan
Tek kurşunluk volta saatlerinde, bak,
Gittiğinde dört bir yanım sen…

İlkayCeyhan
28 Şubat 2000 – 01 Mart 2000
İzmir

Uzaktayken

Tek göz odam…
Ve ufak, kuru bir bahçeye
Açılıyor balkonumun kapısı…
Boynumun tutulması
Yattığım çekyatın marifeti…
Ve gözleri kanlı uyanmam
Işığı kendinden kör lambamda
Senin adını yazmamdan
Mürekkep lekeli kâğıtlarıma
Biliyorum…

İlkayCeyhan
10 Şubat 2006
Fransa- Nice

Vapurda

Vapurdayım… Karşıya geçiyorum… Sıcak mı sıcak bir Temmuz ayı, bunalıyorum… Dergiye yazı yazmam lazım, ne yazacağımı bir bilsem! Konu “Saldırı”, beynime saldırıp duruyor söz konusu gıcık konu. Sürekli karalıyorum bir şeyler, sonra buruşturup atıyorum ne yazdıysam, durdu sanki kafam, çalışmıyor… Üstüme üstüme geliyor ülkemin gevşek tabanlı değişken gündemi. Gündemi takip eden köşe yazarlarına bir kez daha saygı duyuyorum. Çaycı geliyor, bir çay alıp içmeye başlıyorum denize karşı, o andan itibaren başlıyor kafam çalışmaya. Derler ya, Türk’ün aklı çeşitli eylemler sırasında çalışır diye, eee serde İzmirlilik var, benim eylemim vapurda denize karşı çay içmek… Çalışıyor kafam, seviniyorum.
Döküveriyorum bir anda ülke gündemini meşgul eden ne varsa bir kâğıdın üstüne… Ergenekon(d)u, AKP’nin kapatma davasını, EURO2008’i ve ardından sokuşturulan zamları… Farkına varıyorum ki çok hızlı bir gündem değiştirme durumumuz var, iç çamaşırlarımız gibi, gündemler de her gün değişiyor. Diyorum kendi kendime, “iç çamaşırı” kısmı pek yakışıklı durmadı orada, “Hangi amaca hizmet ediyor?” diye soruyorum kendime, hem sonra başa bela olmasın o kelime? “Amaaan!” diyorum sonra “Boşver…”, “İlk sen mi olacaksın bir söz, cümle yüzünden 301’i ihlal etmekle suçlanan ya da hakaret davasıyla yargılanacak olan? Hem bak, Nedim Gürsel’e bile dini duyguları sömürme suçlamasıyla soruşturma açılmış “Allah’ın Kızları” diye bir kitap yazdığı için… Beni mi takip edecek işi gücü yok koskoca hükümet, bir yanı siyasallaşmış diğer bir yanı daha da siyasallaşmaya karşı olan ve tam bağımsızlık isteyen yargı kurumlarımız, savcılarımız, avukatlarımız ve o avukatları yetiştiren çok değerli hukuk fakültesi hocalarımız? Onlar ne idüğü belirsiz, saçma bir tekerleme oyunundalar –Sen misin beni kapatmaya çalışan, al sana ben de senin için kurarım bir Ergenekon(d)u o zaman” cümlesini değişik şive, lehçe ve garip suçlama-tutuklama-baskın teknikleriyle hızlı hızlı söylemeye çalışıyorlar. Hem daha Hrant Dink davası var çözülmemiş; öncesinde Uğur Mumcu var, Ahmet Taner Kışlalı var, bana sıra gelmez nasıl olsa…” diyorum, içimi bir ferahlık kaplıyor. Meğer rüzgâr esmiş, onun serinliğiymiş o ferahlık, sonradan algılıyorum. Aklıma takılıyor teker teker sorular… İddianame sonunda yazılmış sunulmuş mahkemeye Ergenekon(d)u davasında ancak beklendiği gibi bir iddianame çıkmıyor, karmakarışık oluyor insanın kafası… Tüm tutuklananlar, sorgulananlar devleti yıkmaya yönelik bir terör örgütü kurmakla suçlanıyorlar ancak suçlamalara bakıyorsunuz sadece ciddi olarak bir “halkı isyana teşvik” suçlaması var. Bu terör örgütü de maşallah geniş tabanlıymış iddianame öyle iddia ediyor. Komünisti, ayrılıkçısı, aşırı milliyetçisi, radikal İslamcısı, ılımlısı, ılımsızı… Kimi ararsan bu örgütte mevcut, ancak hiç birinin birbirinden haberi yok. Kimin neyle suçlandığı belli değil, doğal olarak aklıma takılıyor “gözaltına alınan İlhan Selçuk, Mustafa Balbay kendi gazetelerini mi bombaladı?” Ortada bir iddianame var ancak ortada dişe dokunur bir iddia yok! Kim Neokoncu (Neoconservative), kim Ergenekon(du)cu, arada kalanlar kim, kimse bilmiyor…
“Neyse…” diyorum, bir yudum daha alıyorum çayımdan. Aklıma düşüyor bir anda “Avrupa Birliği”, “Akdeniz Birliği”… Her halde biraz fazla yudumladım çayımdan, kapsamlı düşünmeye başlıyorum, Fransa’nın dönem başkanlığını, Avrupa’nın temellerini oluşturacak Lizbon Anlaşması’nın İrlanda tarafından reddedilmesi ve AB’nin geleceği konularını, Fransa Anayasası’ndaki değişikliğini ve Türkiye için artık illa bir referandum olacağı sonucunu, bu sonuçla birlikte iyice ağırlaşan AB kapısını… Çok sayın sağ görüşlü ancak sağı solu belli olmayan Monsieur Sarkozy’nin Fransa’daki anayasa değişikliği ile birlikte, Avrupa kapılarını Türkler için kapatıp onun yerine “AB elimizde taze bitti ancak size bi’ başka AB verelim: Akdeniz Birliği” demesini. O birlikte İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinin yerine neden Finlandiya gibi bir ülkenin yer aldığı konularını… Düşünüyorum… Var olmam gerekirken, tuhaflaşıyorum, bir yudum daha alıyorum çayımdan…
Aklıma geliyor bir anda, “Bizim Anayasamız değişecekti? N’oldu?” , “Demokratikleşecek miyiz yoksa hükümetin padişahvari yönetiminde olduğu gibi, tüm –Ortak Kararlarda- onlar mı karar verecek tümden? Biz ortak mı olacağız sadece?”. “Sonra, ekonomik kriz vardı dünyada, borsa neden düşüyor, düştüğü yerde bu kadar cazip olan ne varda düşüyor bu meret? Avrupa Kupası’nı alsaydık yüzde kaç zam yiyecektik? N’oldu ülkemdeki su sorunu? Çözüm için çaba var mı? Peki ya işsizlik? TEFE-TÜFE-Enflasyon?”… Sıralanıp gidiyor aklımda sorular… Teknolojinin gözünü seveyim, anında cep telefonuma geliyor günün gelişmeleri… “ABD Konsolosluğu’na Saldırı: 3 Şehit.” Şaşırıyorum, gene değişti gündem bir anda! “Onca yazı yazdım, şimdi bunları gene buruşturup atacak mıyım?” diye düşünüyorum. “Hem daha yazacak çok şey var: Doğa katliamları, küresel ısınma, nükleer enerji-temiz enerji, Prag’da imzalanan füze anlaşması ve bunun ardından gelişen ABD-Rusya krizi…” Aklıma takılıyor, “Tekrar mı başlıyor Soğuk Savaş dönemi?
Vapur yaklaşıyor iskeleye, toplamaya başlıyorum kafamda yazacaklarımı. Bulmuşum ne yazacağımı tabi keyfim yerinde… Son yudumumu alıyorum çay bardağından. Bir anda aklıma geliyor: “Bi’ 3 çocuk meselesi vardı o n’oldu? Kondom şirketlerinin engeline mi takıldı?”.

İlkayCeyhan

Denizkızı'na Ağıt

“N.D. için”

Bakma bana öyle n’olur…
Dalga dalga çarpıyorsun yüzüme
Dudaklarıma çatlak bir
Yalnızlığı…
Çığlık gibi fırtınalar kopuyor içimde avaz avaz
Tozu duman, acısı yakıcı, aşkı derin uçurum
Kıyılarında yıldız yakaladığım senin için…
Bakma bana öyle n’olur
Yemyeşil bir deniz gibi yüreğimde
Uçsuz bucaksız, poyrazı sert, medcezirlisin…
Benim için değil söylediğin şarkılar
Biliyorum…

İç çekişler gibi
Titrek ellerim, cümlelerim devrik,
Öznesi gizli…
Bakma bana öyle n’olur…
Düşüme İstanbul oluyor gözlerin…

İlkayCeyhan
İstanbul, 01.06.2008

Hancıyla Sohbet

Hep gelirler beyim buraya…
Daha niceleri geldi bir bilsen.
Ve daha niceleri de gelecek…
Evet beyim… Gelirler…
Kalırlar bir süre, ruhlarını dinlendirirler.
Nacizane hizmet ederiz biz beyim;
İşte ellerimiz titrekte olsa elimizden geldiğince…

Beyim… Karın tokluğuna çalışırız biz buralarda.
Nesi olur ki “boşlukla” savaşanların ya da hep boşuna savaşmışların,
Hayatlarını adadıklarını sandıkları şeyler uğruna
Yorgunluktan, yılgınlıktan, yıkıntılardan başka?…
Yıkıntılardan tozu toprağına karışık gelir buraya gelenler beyim…
İç çekişlerimizden rüzgâr üretiriz biz yüreğimizde,
Gitsin diye yıkıntıların tozu toprağı.
Kaderimizde yazar bu…
Kalırlar burada bir süre dinlendirirler ruhlarını;
Nacizane hizmet ederiz biz…
Ancak gelenler gider bir gün geldikleri gibi.
Geldiklerinde boş olan yüreklerini buradan aldıkları rüzgâr ile doldurarak…
Her gidenle birlikte azalır içimizdeki rüzgâr;
Artar iç çekişlerimiz, nasıl bir döngüdür bilemezsin…

Giderler beyim…
Fazla kalmazlar buralarda.
Bizizdir baki kalan geride.
Elimizde eksilen rüzgârlarımızdan miras titreklikle
Ve şu gördüğün hımbıl kediyle birlikte…
Artar iç çekişlerimiz, azalır rüzgârlarımız gidenlerin ardından.
Olsun be beyim… Varsın azalsın, gidenlerden birinin
Kalmak isteyebileceği ihtimali uğrunda…

İlkayCeyhan
20 Haziran 2008
İstanbul

Tanır Mısınız İlkay Ceyhan'ı?

Evet efendim… Bu adam çok garip bir adamdır… Ne zaman ne yapacağı belli olmaz, huysuz, gıcık, asabi bir cücedir kendileri… Nüfus kâğıdında “18 Ocak 1982 yılında doğmuştur” diye yazar ama siz inanmayın buna, kesin yaşını küçültmüştür bu eşek sıpası. Görüldüğü gibi oğlak burcudur, yükseleni akreptir bu adamın, kısacası çekilebilecek bir adam değildir. “Gel-Git”leri ile ünlüdür. Okumuş adamdır, 7 sene İzmir Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde okumuş ama ne okuduğunu hala anlamamıştır. Sonradan Fransa’ya, Charles de Gaulle Üniversitesi'ne sahne sanatları ve hukuk öğrenimi görmeye gitmiş (bakın, nasıl da çelişki dolu…) ama çok sevgili YÖK’ün gazabı ile geri dönmek zorunda kalmıştır. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler okumuş, bir hocasının “senden bir halt olmaz!” lafına içerleyip Fransa’ya, L’Institut Européenne Des Hautes Etudes Internationales' e burslu olarak yüksek lisansını yapmaya gitmiş, oradan da “Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı” olarak çıkmıştır. Bu şahıstan umudu olmayan hocanın tekrardan kendisine “adam” olmayacağını hatırlatması sonucunda inadı tutmuş, gitmiş, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik bölümünde doktora yapmaya başlamıştır. Doktoraya kabul kâğıdını da kendisine laf eden hocasının oda kapısına çivi ile çakmıştır. Bu beceriksiz herif doktora çalışmalarını bitirmiş, cüppesini giymiş, "doktor" ünvanını almış, husumetli olduğu hocasına da tezinin ve cüppe giymiş olduğu anın fotoğrafını göndermiştir. Görüldüğü gibi tüm eğitim hayatı bir inat uğrunadır…

Dezorganize tip şizofreni örnekleri sergiler bu adam… Ağlanacak yerde güler, güleceği yerde ağlar, en olmadık anlarda olmadık yerlerdedir… Tipine bakıp da bir şeye benzemetiğiniz bu adam çok çeşitli işler yapmıştır. 1990 yılından beri tiyatro ile uğraşmaktadır, TRT İzmir Stüdyoları’nda çekilen bir çocuk programında Cengiz Küçükayvaz ile oynamış, çeşitli yerlerde oyunculuk ve yönetmenlik yapmış, 2008 yılında Maltepe Üniversitesi ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nın ortak düzenlediği bir tiyatro festivalinde “en iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülünü almıştır. Tiyatro Gramofon ile 2009-2010 sezonunda Carlo Goldini'nin "İki Efendinin Uşağı" oyununda oyuncu olarak görev yapmış, aynı sezon içerisinde de Bahçeşehir Üniversitesi Müzikal Topluluğu bünyesinde William Shakespeare'in "Kuru Gürültü" oyununu tekrar kaleme alarak sahneye uyarlamış ve yönetmenliğini yapmıştır. 2012 yılından beri Tiyatro KaraKutu bünyesinde oyuncu ve yönetmen olarak çalışmaktadır. "İtiraf" adlı oyunu yazmış ve yönetmiştir, Dario Fo derlemeleri yapmış ve yönetmiştir. Yapmış da ne olmuştur orası ayrı bir konudur. Halen Tiyatro KaraKutu'da tiyatro yapmaya çalışmaktadır.

Arada sırada bir şeyler yazar bu adam. Yazdıkları, Milliyet Gazetesi’nin 2000 yılında düzenlediği şiir yarışmasında birincilik kazanmıştır. Bir süre Milliyet Sanat ve Varlık dergilerinde yazıları yayımlanmıştır, sonradan birileri tarafından çok pis cesareti kırılmış, yazmaya ara vermiştir. O cesaret kıran şahısı bir bulursa neler yapacağının hesaplarını yapmaktadır şu sıralar… Bu tipsiz herifin doktora çalışmaları sırasında yapmış olduğu Umberto Eco ve Jacques Derrida çevirileri, Prof. Dr. Nurdoğan Rigel'in editörlüğünde Anonim Yayıncılık'tan "Eco Dersleri: Yankılanan Metinler Nasıl Okunur?" ve "Derrida Dersleri: Kurgudan Arındırılarak Yeniden Kurulan Metinler" adı altında 2010 yılında yayımlanmıştır. 2011 yılında yazmış olduğu "Kamu Tüzel Kişisi Olarak TRT ve TRT Aylık Radyo Televizyon Dergisi İncelemesi", Prof. Dr. Aslı Yapar Gönenç tarafından derlenen "Dergicilik Üzerine" adlı kitapta bölüm olarak yayımlanmıştır. Doktora çalışmalarında "Siyasal İletişimde Kamu Diplomasisi" adlı tezi yazmıştır.  Bütün derdi gücü sözcüklerledir. 

Rakı içer bu adam, içti mi bir kadehle de kalmaz şişeyi bitirir doyumsuz herif, çirkin sesiyle şarkı söyler, milletin kulağına tecavüz eder. Lunaparka gitmeyi, dönmedolaba binmeyi, çarpışan otoları, “radar” denen trenleri sever kazık kadar olmasına rağmen… Kitap okur (zordur bu dönemde kitap okuyan adam bulmak), arada lise arkadaşlarıyla fotoğraf çekmeye gider sağa sola. Deniz kokusuyla büyümüş, denizin tüm dinginliğini, dengesizliğini, fırtınalarını taşımıştır içine, deniz sesiyle, denizden gelen rüzgâr ile hüzünlenmiş, sevinmiş, kızmış, mavi bir denizin ne istediğini, ne demek istediğini anlamış, sonrasında gitgide denize âşık olmuştur… Yüreğinde illa yaz aylarından kalma bir yasemin kokusu taşır bu adam, hani olur ya bir gün bir deniz olmazsa hayatında, silinirse tüm benliği, hatırlatsın “O”nu diye… Yoksa öküzün önde gidenidir…