25 Kasım 2008 Salı

Zaman...

Çocukluğumuzda…

Anlamazdık nasıl geçtiğini zamanın… Çağırılınca adımız irkilirdik, bitişiydi oyun zamanının, banyo ve yemek zamanıydı… Biz sokağın tozunu yutmayı, terimizle yıkanmayı tercih ediyorduk… Ama aklımız ve bedenimiz başka bir boyuttaydı, bir sonraki günün oyunlarına yetişme sabırsızlığı ve telaşıyla geçiyordu çocukluğumuz… Zamanın ne demek olduğunu, niçin aktığını, ne amaçla bu kadar çabuk geçtiğini bilmediğimiz, anlayamadığımız, çocuk aklımızla da sürekli “vardır bir sebebi” diyerek düşünmeye bile tenezzül etmediğimiz…

İlk Gençliğimizde…

Okul sıralarında geçerdi tüm zamanımız, belki ilk aşkımızın hayalini kurarak, belki hafta sonu yapacaklarımızın hayalini kurarak, sıra arkadaşlarımızla neler yapmak istediklerimizin hayalini kurarak ama illa hayal kurarak, hayallerimizi oyunlaştırarak… Güzel olunca hayaller, zaman da güzel olurdu bizim için geçip gitmezdi hemen ya da bize öyle gelirdi… Bir bakmışız ki gelmiş günün sonu, servisler dayanmış okul kapısına, inatçı bir de alıp seni eve götürmek konusunda… Onlara inat, kalıp okulun bahçesinde devam edilirdi oyuna, ev nasıl olsa duruyor olduğu yerde… Kaçmıyor ki mübarek… Zaman mı? Geçerse geçsin be! Bana mı geçiyor?

Gençliğimizde…

Ayrı şehirlerde olmanın burukluğu ve illa sevinci olurdu sevdiklerimizden ayrılmanın, sonuçta “Hiç ayrılmayacağız” dediğimiz insanların yanından gelmiştik “Hiç ayrılmayacağız” diyeceğimiz insanların yanına, “Adam” olma ihtimalimiz göz önüne alınarak… Alkolden miydi yoksa aşkımızın dudaklarında yakaladığımız hazdan mı ya da geldiğimiz şehrin büyüsü müydü aklımızı dumanlaştıran bilmezdik ama hep beraber ortak zamanlarda yaşadıklarımız, arkadaşlıklarımız, unuttururdu tüm düşünceleri, “Adam” olma ihtimallerimizi… Sırt sırta sızışları yaşardık, her gece ayrı bir evde uyanmanın ve geçen akşam yaşanılanların bıraktığı tebessümü bütün gün boyunca yüzümüzde taşımanın gururunu… Ortak cümlemizdi “Bizden adam olmaz birader” lafı, başımızda kavak yelleri… Dururdu zaman… Akmasın diye dua ederdik içten içe… Sonra bir baktık ki, duruyor gibi yapan “zaman” durmuyormuş meğer… Akıyordu durmadan, içimizde "Gerçeğe" uyanmanın hayal kırıklığı…

Şimdi…

Farkındayız artık, kandıramıyor bizi zaman… Kandıramadığı gibi sanki çok daha hızlı akıp gidiyor şimdilerde… Telaş dolu hayatımız, sorumluluk yüklü omuzlarla dönmeye çalışıyoruz gençliğimize, ilk gençliğimize, çocukluğumuza… Yüklerimiz ağır geliyor kalıyoruz “Şimdi”de… İçimizde garip bir burukluk ve her zaman bir umut, telaşımızdan kurtulup görebilmenin eski dostları, geçmişin umursamazlığını -bir-iki saatliğine de olsa- tekrar yaşayabilmenin, gözlerimizdeki yılgınlığı eskiden olduğu gibi pırıltılarla değiştirebilmenin… İnsanoğlu bir garip gerçekten, bildiğin hayat telaşına “büyümek” diyor… “Büyüyoruz”, içimizde bir çocuk hala tepinip duruyor, ne kadar “çocuk” kaldıysa işte o kadar çocuk kalıyoruz yaşadığımız hayata… Ve farkındayız, akıyor zaman, durduramıyoruz…

İlkayCeyhan
Eylül 2008
İstanbul 

Hiç yorum yok: