12 Nisan 2012 Perşembe

...İç Çekiş...

“Kalmak mı, gitmek mi daha zor Olric?
Kalmak efendimiz, kim kaldı ki?…”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar

Kalabalıktı ortalık… Hayal mayal görüyordu çevresindeki insanları, alkol bulandırmıştı görüşünü… Kadıköy’de, eski, iki katlı evden bozma bir barın arka bahçesine biçimsizce konulmuş bir kanepenin üzerinde oturuyordu, elinde bira… Ne kadar içmişti? Daha içmeye kararlıydı, bundan emindi en azından… Yıllar sonra, liseden arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmişlerdi, zaten bulundukları bar, lisedeki arkadaşlarından birine aitti. Uygun görülmüştü, isminin kelime anlamı yabancı dilde “iç çekiş” anlamına gelen barda buluşulması. Ufacık bahçede elliye yakın kişi bir arada, hep bir ağızdan konuşuyor, eski günleri yad ediyordu. Başta, kendisi de, yıllardır görmediği insanları görmenin heyecanı ile çok konuşmuş, herkese yetişmeye çalışmış, beyninin kuytu köşelerine sinmiş tüm anıları ortaya saçmıştı, teker teker… “Dünü” bu kadar şatafatlı yaşamamıştı uzun zamandır, hızlı gitmiş, sonunda mutluluğun ağırlığına dayanamamış, oturmuştu bahçenin arka köşesine özensiz bir şekilde yerleştirilmiş kanepenin üstüne, etrafı izliyordu. Dişi bir kedi yanaştı yanına, “gel” deyince atladı geldi kedi. Beyazları fazla olan ufak bir tekirdi, 7 aylık var ya da yok. Güvenli bulmuş olacak ki sırtını dayadı adamın bacaklarına, yalanmaya başladı, sonra gerindi. Sonra baktı “kafamı bacaklarına koyup uyuyacağım, hazır ol” der gibi, koydu kafasını, uykuya daldı. “Durgunlaşmışsın” dedi yanında bir ses, kocaman, yeşili kahvesinden fazla ela gözleriyle ona bakıyordu onbeş yaşlarında, beyaz gömlekli, yeşil ekoseli eteğiyle, yüzü kalbinin haritasında uzun zamandır gözükmeyen ufak bir kız… Uzun sapsarı saçları düşüyordu omuzlarından. “Hoş geldin… Yüzünü unutacakmışım neredeyse…” dedi kıza. “Bir çok yüz tanıdın benim yüzüm üstüne, bir çok hayal kurdun, ondandır ama önemi yok çağırdın geldim işte”. “Ben mi çağırdım?” demeye yeltendi bir anda, vazgeçti sonra, sorgulamadı, “Niye geldin peki?” dedi onun yerine… “O kadar uzun zamandır, yüreğinin köşelerine sinmiş duruyorum ki, şahidiyim tüm yıkıntılarının… Kaç defa sancılarında savrulup durdum yüreğinin çeperlerinde… Çağırmana şaşırdım aslında, silinip gidiyordum az kalsın.” “Saçmalama, nasıl olabilir böyle bir şey? Ne zaman sıyrılıp baksam yıkıntılarımdan, bana bakan eski bir tanıdıktın sen”, “Sen öyle zannettin, benim yollarım patika kaldı yüreğinde…Hem demedin mi –neredeyse unutacakmışım seni- diye…” Başını eğdi utançla yere. Konuşmadılar bir süre, gitgide bulanıklaşan kalabalığa bakıyordu, kulaklarında uğulduyordu insanların sesleri, gülüşmeleri… “Hatırlıyor musun?” dedi ufak kız, “Neyi?” diye sordu, “kendini, geçmişini…” dedi kız. “Hayal meyal… Bu sefer her zamankinden daha farklı…”, “Bahane arama, madem benliğinin hafızası kayıp, beni nasıl çağırdın? Nasıl hatırladın beni?” Küçük kızın bakışları üzerindeydi, hissediyordu bunu, tenini, zihnini, damarlarını delip geçiyordu bakışları. O kadar çok bakış vardı ki bakışlarında. Kimi sevdiyse o bakışlara sinmiş gibiydi, tüm sevişlerinin toplamıydı. “Bak, oradayım, beyaz bir masada, üzerimde beyaz keten bir elbise ile oturuyorum. Yaş almışım senin aldığın yaş kadar. Oradayım işte, farkında değil misin? Hatırla, hani gitar çalardın eskiden, başına toplanırdık, söylerdin şarkılarını…”, “Şarkı söylemiyorum artık, gitar da çalmıyorum uzun zamandır” dedi huysuz bir şekilde. Niye böyle bir tepki verdiğini düşündü bir an, bulamadı. Sustu kız, kafasını çevirdi, uzaklara bakıyordu amaçsız bir şekilde. “Biliyor musun… Çok garip gitar çaldığım zamanları hatırlaman, ben bile hatırlamıyorum o zamanları. Silmişim ne varsa. Oysa, ben çalarken o kadar güzel bakardın ki bana… Tüm şarkıları senin için söylerdim…”, “Neden bıraktın çalmayı peki?”, “Senin için yazdığım şarkılar vardı, sen gidince tekrarlar oldum şarkılarını. Tekrarlandıkça epridi, silindi gitti hepsi. Senin için çalabileceğim bir “sen” kalmamıştı, anlamsızdı, bıraktım. Biliyor musun… Hep bir deniz kokusu taşıdım içimde sırf seni unutmamak için”, “Unuttun ama… Unuttun da denemez aslında, ne varsa hayatında geçmişin gölgesine kurdun, sen yükseldikçe ben gölgelerinde kaldım… Bak, oradayım işte! Beyaz bir masada oturuyorum. Neyin eksik, neyin fazla sorgulamadım ki hiç”. Bacaklarına kafasını koyup uyuyan kedi, ufak bir gurultu çıkardı, rüya görüyordu belli ki. Döndü olduğu yerde, neden sonra açtı gözlerini. Kedinin uyanışı ile birlikte kendine gelmişti o da, yanına baktı, kediyle kendisinden başkası yoktu oturduğu yerde… Sonradan farketti, beyaz bir masadan, üzerine beyaz keten elbise giymiş, sarı saçları omuzlarına düşmüş ve yeşili kahvesinden fazla ela gözleriyle ona bakarak gülümseyen kadını. Sordu kadın gülümseyerek: “Kendi kendine mi konuşuyorsun?”. Gülümsedi, havada deniz kokusu mu vardı? O’na mı öyle gelmişti? Bilemedi. “Hayır, kediyi seviyorum sadece… Hoş geldin…”, “Alper söyledi, gitar çalacakmışsın. Eski günlerdeki gibi…”, “Evet, eski günlerdeki gibi…”, “Durgunlaşmışsın…”, “Alkoldendir, gel Alper’in yanına gidelim”. Havada deniz kokusu vardı…

İlkayCeyhan
31 Mart- 12 Nisan 2012
İstanbul, Kadıköy-Beşiktaş