6 Haziran 2012 Çarşamba

Geriye Kalan

…önce…
İnce bir çizgiydi hayat,
Seninle benim aramda…
Senin yanı başın papatya tarlası,
Yanı başım uçurum…
Suskunduk, kelebekler kadar suskun…
Yıldızı parlamıyordu gözlerinin, bakışlarında aysız bir karanlık,
Suskunduk, bir adım sonram boşluk…
Mecali olmayan sözler gibi geçip gidiyordun,
Biliyorum, sonrası turuncu bir yalnızlık…

…o anda…
Geçip gidiyordun,
Korkuyordum kıyılarına vurup kalmaktan,
Büyüyordu içimdeki çocuk,
Vazgeçip sinmekten köşelerime…
Bir dalgın soytarı oluyordu,
Dua eden bilinmezliğe; hayalleri için.
Ve içinde büyüyordu;
Ardından kadınların gülüp, eğlendiği,
Kör bakışlı bir kedi…

…ve şimdi…
Uzak bir düş gibi,
Yanı başımdasın…

…sonrası…
Ben; beyaz kağıt üzerindeki mürekkep lekesi…

İlkayCeyhan
13 Mayıs- 06 Haziran 2012
İstanbul

17 Mayıs 2012 Perşembe

Sıradan Bir Gün Hakkında

Uğulduyordu her şey… Boşlukla sevişir gibi, içten içe… Bedeni bir taş gibiydi, bunun farkında olmak garibine gitti. Taş gibi, olduğu yerde; çok şey varken aklında dilinde hiçbir şey olmaması gibi… Ses vermeye çalıştı, vazgeçti sonra… Oturuyordu öylece. 

Eski bir berjer koltuk üzerindeydi, yeşil kadifeden, maun ağacından imal edilmiş, koyu renkli, kolçakları işlemeli… Etrafı sazlıklarla çevrelenmiş, yarı bataklık bir göl kıyısına kurulmuş, kendinden iskeleli bir barakanın verandasına atılmıştı koltuk. Barakanın iskelesine bağlı, yarısı suya gömülmüş bir kayık vardı. Bağlı olduğu direk sayesinde, kayığın yarısı suyun üstünde kalmıştı. Oturduğu koltuktan o kayığa bakıyordu. Sanki kendini asmış gibiydi kayık… Olağanca boşluğuyla bakıyordu kayığa… 

Eski bir barakaydı burası. Tek göz bir balıkçı kulübesi. Güneşten rengi solmuştu sundurmanın; camları kırılmış, parçalanmış balık ağı öbekleri yığılmıştı verandanın en dibine. Barakanın çatısını sarmaşıklar sarmıştı, bir sevgiliye sarılır gibi sıkı sıkı sarılıyordu sarmaşıklar, oradan verandanın oraya kadar iniyordu… Bir süre daha orada otursa, sarmaşıkların onu da saracağını düşündü… Taş gibi bir bedeni sarıp sarmalayan, kollayan sarmaşık fikri hoşuna gitti. Oysa uğulduyordu her şey… Düşündüklerini düşünmemeye çalışıyordu son bir kuvvetle… Başını ellerinin arasına aldı. Uğulduyordu her şey… Oysa, oturuyordu öylece… 

Düşünmemeye çalıştıkça, sanki daha çok açılıyordu hafızasının kapıları. Ağrılar giriyordu beynine her kapının açılışında. Düşünmek acı veriyordu, daha doğrusu düşünmemeye çalışmak. Düşünmek, nefes almak gibiydi, istemsiz, sadece hayatta kalmak uğruna… Uğulduyordu her şey, o kadar çok istiyordu ki bu uğultunun bitmesini. Elleri titriyordu, kafası ellerinin arasında… Elleri titriyordu… 

Kafasında dolaşıp duruyordu düşünceler... Kuş seslerini duydu, bir rüyadan uyanır gibi uyandı o eski balıkçı kulübesinin verandasında... İşte o zaman farkına vardı güneşli, güzel bir güne başladığının... İşaret parmağını hafifçe geri çekti, sustu kuş sesleri... Artık arkasındaki duvardan akıyordu düşünce parçacıkları... Sustu tüm uğultular…

İlkayCeyhan 
13 Şubat- 17 Mayıs 2012 
İstanbul

12 Nisan 2012 Perşembe

...İç Çekiş...

“Kalmak mı, gitmek mi daha zor Olric?
Kalmak efendimiz, kim kaldı ki?…”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar

Kalabalıktı ortalık… Hayal mayal görüyordu çevresindeki insanları, alkol bulandırmıştı görüşünü… Kadıköy’de, eski, iki katlı evden bozma bir barın arka bahçesine biçimsizce konulmuş bir kanepenin üzerinde oturuyordu, elinde bira… Ne kadar içmişti? Daha içmeye kararlıydı, bundan emindi en azından… Yıllar sonra, liseden arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmişlerdi, zaten bulundukları bar, lisedeki arkadaşlarından birine aitti. Uygun görülmüştü, isminin kelime anlamı yabancı dilde “iç çekiş” anlamına gelen barda buluşulması. Ufacık bahçede elliye yakın kişi bir arada, hep bir ağızdan konuşuyor, eski günleri yad ediyordu. Başta, kendisi de, yıllardır görmediği insanları görmenin heyecanı ile çok konuşmuş, herkese yetişmeye çalışmış, beyninin kuytu köşelerine sinmiş tüm anıları ortaya saçmıştı, teker teker… “Dünü” bu kadar şatafatlı yaşamamıştı uzun zamandır, hızlı gitmiş, sonunda mutluluğun ağırlığına dayanamamış, oturmuştu bahçenin arka köşesine özensiz bir şekilde yerleştirilmiş kanepenin üstüne, etrafı izliyordu. Dişi bir kedi yanaştı yanına, “gel” deyince atladı geldi kedi. Beyazları fazla olan ufak bir tekirdi, 7 aylık var ya da yok. Güvenli bulmuş olacak ki sırtını dayadı adamın bacaklarına, yalanmaya başladı, sonra gerindi. Sonra baktı “kafamı bacaklarına koyup uyuyacağım, hazır ol” der gibi, koydu kafasını, uykuya daldı. “Durgunlaşmışsın” dedi yanında bir ses, kocaman, yeşili kahvesinden fazla ela gözleriyle ona bakıyordu onbeş yaşlarında, beyaz gömlekli, yeşil ekoseli eteğiyle, yüzü kalbinin haritasında uzun zamandır gözükmeyen ufak bir kız… Uzun sapsarı saçları düşüyordu omuzlarından. “Hoş geldin… Yüzünü unutacakmışım neredeyse…” dedi kıza. “Bir çok yüz tanıdın benim yüzüm üstüne, bir çok hayal kurdun, ondandır ama önemi yok çağırdın geldim işte”. “Ben mi çağırdım?” demeye yeltendi bir anda, vazgeçti sonra, sorgulamadı, “Niye geldin peki?” dedi onun yerine… “O kadar uzun zamandır, yüreğinin köşelerine sinmiş duruyorum ki, şahidiyim tüm yıkıntılarının… Kaç defa sancılarında savrulup durdum yüreğinin çeperlerinde… Çağırmana şaşırdım aslında, silinip gidiyordum az kalsın.” “Saçmalama, nasıl olabilir böyle bir şey? Ne zaman sıyrılıp baksam yıkıntılarımdan, bana bakan eski bir tanıdıktın sen”, “Sen öyle zannettin, benim yollarım patika kaldı yüreğinde…Hem demedin mi –neredeyse unutacakmışım seni- diye…” Başını eğdi utançla yere. Konuşmadılar bir süre, gitgide bulanıklaşan kalabalığa bakıyordu, kulaklarında uğulduyordu insanların sesleri, gülüşmeleri… “Hatırlıyor musun?” dedi ufak kız, “Neyi?” diye sordu, “kendini, geçmişini…” dedi kız. “Hayal meyal… Bu sefer her zamankinden daha farklı…”, “Bahane arama, madem benliğinin hafızası kayıp, beni nasıl çağırdın? Nasıl hatırladın beni?” Küçük kızın bakışları üzerindeydi, hissediyordu bunu, tenini, zihnini, damarlarını delip geçiyordu bakışları. O kadar çok bakış vardı ki bakışlarında. Kimi sevdiyse o bakışlara sinmiş gibiydi, tüm sevişlerinin toplamıydı. “Bak, oradayım, beyaz bir masada, üzerimde beyaz keten bir elbise ile oturuyorum. Yaş almışım senin aldığın yaş kadar. Oradayım işte, farkında değil misin? Hatırla, hani gitar çalardın eskiden, başına toplanırdık, söylerdin şarkılarını…”, “Şarkı söylemiyorum artık, gitar da çalmıyorum uzun zamandır” dedi huysuz bir şekilde. Niye böyle bir tepki verdiğini düşündü bir an, bulamadı. Sustu kız, kafasını çevirdi, uzaklara bakıyordu amaçsız bir şekilde. “Biliyor musun… Çok garip gitar çaldığım zamanları hatırlaman, ben bile hatırlamıyorum o zamanları. Silmişim ne varsa. Oysa, ben çalarken o kadar güzel bakardın ki bana… Tüm şarkıları senin için söylerdim…”, “Neden bıraktın çalmayı peki?”, “Senin için yazdığım şarkılar vardı, sen gidince tekrarlar oldum şarkılarını. Tekrarlandıkça epridi, silindi gitti hepsi. Senin için çalabileceğim bir “sen” kalmamıştı, anlamsızdı, bıraktım. Biliyor musun… Hep bir deniz kokusu taşıdım içimde sırf seni unutmamak için”, “Unuttun ama… Unuttun da denemez aslında, ne varsa hayatında geçmişin gölgesine kurdun, sen yükseldikçe ben gölgelerinde kaldım… Bak, oradayım işte! Beyaz bir masada oturuyorum. Neyin eksik, neyin fazla sorgulamadım ki hiç”. Bacaklarına kafasını koyup uyuyan kedi, ufak bir gurultu çıkardı, rüya görüyordu belli ki. Döndü olduğu yerde, neden sonra açtı gözlerini. Kedinin uyanışı ile birlikte kendine gelmişti o da, yanına baktı, kediyle kendisinden başkası yoktu oturduğu yerde… Sonradan farketti, beyaz bir masadan, üzerine beyaz keten elbise giymiş, sarı saçları omuzlarına düşmüş ve yeşili kahvesinden fazla ela gözleriyle ona bakarak gülümseyen kadını. Sordu kadın gülümseyerek: “Kendi kendine mi konuşuyorsun?”. Gülümsedi, havada deniz kokusu mu vardı? O’na mı öyle gelmişti? Bilemedi. “Hayır, kediyi seviyorum sadece… Hoş geldin…”, “Alper söyledi, gitar çalacakmışsın. Eski günlerdeki gibi…”, “Evet, eski günlerdeki gibi…”, “Durgunlaşmışsın…”, “Alkoldendir, gel Alper’in yanına gidelim”. Havada deniz kokusu vardı…

İlkayCeyhan
31 Mart- 12 Nisan 2012
İstanbul, Kadıköy-Beşiktaş

28 Şubat 2012 Salı

Karlı Bir Gecenin Hikayesi

Uyandı… Sebepsiz, telaşsız… Yabancı bir kedinin bakışıyla karşılaştı ilk önce. Kedi, odanın köşesinden, ilk kez görmüş gibi bakıyordu ona. Oysa ilk görüşü değildi bu kedinin kendisini… En azından bundan birkaç saat önce, eve girdiğinde görmüş olmalıydı onu bir kez daha. “Mantıklı olan bu” diye düşündü. Aldırış etmedi düşündüklerine. Sonra yanında yatan çıplak bedeni fark etti. Hatırlamaya çalıştı nerede olduğunu, kendi evinde değildi en azından, bunun farkındaydı… Çıplak bedene tekrar baktı, kadının adı neydi? Onu herhangi bir kadından farklı düşünmeye çalıştı bir an için. Ruh eklemeye çalıştı hem kendine hem de ona, yapamadı… Canı sıkıldı bu duruma, kalktı, donunu geçirdi ayağına, camı açtı… Soğuk, kar yağdı yağacak… Bir rahatsız homurdanma geldi yataktan, kedi yatağın ayakucuna çıkmış oradan onu inceliyordu. Belli ki fırsat görüyordu camın açılmasını. Cam açılacak ki kendisi dışarı çıkabilsin, baksın uzun uzun, havayı koklasın, bilmediği, görmediği, hayatında tatmadığı ne varsa o anda tanımaya çalışsın. “Yok öyle yağma!” dedi kediye. Çekti içine havadaki kar kokusunu, çiselemeye başlamıştı kar. Kapattı camı… Tekrar baktı yataktaki çıplak bedene, bir kez daha ruh koymaya çalıştı, hayır bu sefer adını hatırlamaya çalıştı. Bilmediği bir evde, aynı gece içerisinde ikinci kez gördüğü bir kedi ile aynı yerdeydi. Bir de çıplak kadın vardı tabii… Saçmaladığını fark etti, vazgeçti düşünmekten… İçeri odaya geçti. Elbiseleri dört bir yana dağılmış, bir kadın elbisesine, iç çamaşırına karışmıştı… “Acelemiz varmış…” diye düşündü, nasıl gelmişlerdi eve? Hatırlamıyordu… Çok konuşmuştu bütün gece, boğazı ağrıyordu konuşmaktan, sigaradan, alkolden… Kadın da kendi gibiydi, o da onun gibi… Adı neydi gerçekten? Sigarasını aradı yerde süklüm püklüm yatan pantolonun ceplerinde, bulamadı… Paltosunu aldı yerden, paltonun ceplerine baktı, yoktu sigara… Sağlam bir küfür salladı. Evi aradı sigara bulmak için. Filtresi kırılmış tek dal sigara buldu. Çakmak yoktu bu seferde. Mutfağa gitti, ocağı yakmak için kullanılan uzun çakmaklardan aradı, buldu bir tane. Sigaranın filtresini kopardı, yaktı uzun, şekilsiz, çirkin ocak çakmağı ile… Bir nefes çekti içine, ağzında tütün parçaları… Verirken çektiği nefesi boş boş baktı mutfak camından, camı açtı… Kar yağmaya başlamıştı sonunda, iri taneleriyle yavaş yavaş iniyordu önce gökten, sonra önüne engel çıkmış gibi kendi etrafında dönüyor hızla, çarpıyordu yere… Altında sadece donu vardı, izledi durdu pervane misali yeryüzüne koşan iri yapılı kar tanelerini, soğuk işliyordu içine… Biraz ferahladığını hissetti soğukla birlikte, uzun bir nefes çekti sigarasından, titredi soğuktan… Adı neydi çıplak bedenli kadının?

Yalnız bir şekilde geceye çıkmıştı, içi sıkılıyordu. Amaçsızdı… Kadıköy’de giriş kapısını ve ismini sevdiği ilk bara girmişti. Âdeti değildi Kadıköy’de bir bara gitmek. Yabancılığına vermek istediği için yalnızlık hissiyatını, hiç bilmediği, takılmadığı bir yere gitmek istemişti sadece… Kadının adı neydi? İlk gözüne kestirdiği kadın değildi aslında, çıplak bedenli kadın… Giriş kapısını ve ismini severek girdiği barda daha önce iki kadın ile tanışmaya çalışmış, ilki tarafından sağlam bir şekilde terslenmiş, ikinciyle olacak gibiyken kadın ayrıldığı erkek arkadaşından bahsetmeye başlamıştı. Teselli etmeye çalışmıştı önce, sonra saçmaladığının farkına vardı. İki dakika sonra kaçmıştı o kadının yanından zaten, ne gerek vardı boş muhabbete, nasıl olsa bir şey olmayacak… Şimdikini barın köşesinde, elinde bira, tüm umudunu kaybetmiş bir şekilde beklerken görmüştü. Kalabalık bir arkadaş grubu içerisindeydi kadın, kısa boylu, beyaz tenli, küçük memeli, güzel kalçalı… Kıvırcık saçları vardı, kızıl… Duruyordu öyle, yüzünde kendi gibi ufak tefek bir gülümseme. Gözleri farklıydı, karanlıkta dahi fark ediliyordu, gözlerinde bir şeyler vardı… Gözlerinde ne olduğunu çözmeye çalışmadı, uğraşmak istemedi… Acemice yanaşmaya çalıştı önce, grup içerisindeki hemcinslerinin tehditkâr bakışlarını hissetti, geri çekildi. “Böyleyiz biz erkek milleti” diye düşündü, “yırtıcı hayvanlar gibi alanımızı, sürümüzü koruruz”… “Sanki sen farklısın” diye payladı kendini sonra, bir yudum aldı birasından… Uzun uzun seyretti kadını ona yakın bir yerden. Kendisine çevrilmiş gözleri gördü sonunda kadın, rahatsız oldu önce… Sonra zararsız görmüş olacak ki yavaş yavaş yanaştı “hüzünlü görünüyorsunuz” dedi kadın… Ne demeliydi şimdi, “bir kadın kendisine sürekli bakan bir adama böyle demez ki, ya tokadı basar ya paylar adamı, bazen ikisi de aynı anda olur…” diye düşündü. Bir süre baktı kadının gözlerinin içine bir şey söylemeden, bir yudum aldı birasından, “seninle tanışmak için yol bulmaya çalışıyorum” deyiverdi bir anda… Anında bir korku çöktü içine, “tamam oğlum, yedin tokadı şimdi… Bok var, bulamadın mı söyleyecek başka bir şey?” Kadın baktı anlamsız, yüzündeki gülümseme de kaybolmuştu… “Haklısın” dedi “Densiz bir cümle oldu” diye toparlamaya çalıştı, kadın susturdu onu. “Adın ne?” diye sordu kadın, “adım…” Kadın da söyledi adını. Uzun uzun konuştular sonra, en azından bu kadarını hatırlıyordu. Ha bir de içinde bulundukları barı hatırlıyordu, barda çalan müzik grubunu daha çekici kılmaya çalışan sahne ışıkları, yüzüne vurup duruyordu kadının barın loşluğu içinde… Güzel bulmuştu kadını, kendini ne kadar çirkin buluyorsa o kadar güzel bulmuştu onu da… Nasıl gelmişlerdi eve? Kadının arkadaşları teker teker gitmişti onlara hoşça kal diyerek, arkadaşlarının hiç biriyle tanışmamıştı. Bu yüzden düşman bakışlar atarak uzaklaşıyordu arkadaşları. Bunu hatırladığına sevindi... Sahneye yakın dikdörtgen uzun bir bistronun iki tarafında konuşuyorlardı… Hatta dans bile etmişlerdi hatırladığı kadarıyla… İlk kim öpmüştü?

Kar taneleri göğsüne çarpıyordu, fırtına başladı, iyice üşümüştü… Son nefesi aldı sigarasından, camı kaparken kediyi fark etti. Yemek masasının üstüne çıkmış ona bakıyordu. Kafasını okşadı kedinin, kıçını döndü kedi… “Eh! Sevmezsen sevme beni!” dedi kendi kendine. Odaya döndü tekrar, yabancı bir yatakta, çıplak bir kadın bedeni… Uzun uzun baktı yatağa ve bedene. Kulaklarında çınlayan bir şarkı vardı geceden, “Belki bir şarkının her sesinde, belki bir sahil meyhanesinde”… Uzandı çıplak bedenli kadının yanına… “Islak bir yolda yalnız yürürken, bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın”… Susturdu içindeki ezgiyi… Sanki ruhu varmış gibi, sarıldı kadının çıplak bedenine… Çekti kendine doğru kadını, sarıldı sımsıkı bir kez daha… Sahi, kadının adı neydi?

İlkayCeyhan
28 Şubat 2012
İstanbul