28 Aralık 2008 Pazar

Çaprazlama

“Tek bir damlayım…” dedi yağmur damlası, “tam ortasında bir kuraklığın,umutlarımdır parıldayan ve gerçekliktir umutlarımın üstüne yansıyan”… “Saydam bir sessizliğim, asılı kalmışım havada…”dedi su damlaları, “çağıldayan bir su birikintisine ramak kala ulaşmaya, buz kesmişim, çağırıp durur beni bekleyen geçmişim…”

“Söyleyin bana,hangisi daha çok acıtır?” dedi yağmur damlası, “çorak bir toprağa karışmak mı, buharlaşmak mı tekrardan o topraktan havaya, bir bulut olup kimi zaman gene yağmak aynı kuraklığa, kıramamak mı döngünü ya da herhangi bir döngüye sıkı sıkıya bağlı olmak mı?”. “Zor işin” dedi su damlaları, “ancak unutma, gör bak halimize, donup kalmak da var koca bir hayatın akışının yanında, yoktur daha zoru hayatta, devinip dururken bir şeyler, bakakalmak “O”na…” Sustu her ikisi de, gitti biri devinip duran döngüsüne, geri döndü kalışlarına diğeri donuk bakışlarıyla… İç çekişler kaldı geriye, bu çapraz karşılaşmada, “Hayat…” dediler, devam ettiler “Hayat”larına…

İlkayCeyhan
28 Aralık 2008
İstanbul

Çözmeye Çalıştıklarım

Dokunsalar ağlayacak gibiyim...Dokunan olursa tabii ki... Yani tam bir kesinlik yok ağlayıp ağlamayacağım konusunda... “Ağlatmak motoru, iyidir, temizler...” diye garip bir cümle yapısıyla cevap vermişti bir tamirci günün birinde bana, karbüratörü temizliyormuş, bir an düşününce sanırım konumuzla pek alakası yok bu garip cümle yapısının, sadece çağrışım yaptı... Haklısınız, her insan aklına gelen ilk çağrışımı yapsaydı dünya ne hallere gelirdi... Çağrışım, çağrıştığı yerde güzeldir değil mi? Sanırım toparlamak gerekecek, ne diyorduk, hah! Tamam! Hem anasını ağlatmak varken dünyanın neden ben ağlıyormuşum diyordum, yani en azından aklımdan geçirmiştim... Evet, aynı anda bir çok şeyi düşünebilirim ama tek bir şeyi iletme kapasitem var, yaratılış işte, ne yaparsınız... Hem konuyu dağıtmayalım, değil mi efendim? Yok mu bunda bir haksızlık? Çok ani bir giriş oldu değil mi? “Ne diyorsun?” demeye yeltendiğinizi duyuyorum ama zahmet edipte duyurmaya çalışmayın zira şu konumda biraz zor. O yüzden devam edelim biz, siz hiç soru sormaya yeltenmemiş gibi... E madem anasını ağlatmak gerekir dünyanın, dibine vurmalı eğlencenin, kendi benliğimin festivalini düzenlemeli değil mi? Çatapatlar atılmalı çocukluğumdan, tüftüf savaşları yapılmalı, illa ve illa mahalle maçları yapılmalı aşağı mahalledeki çocuklarla, sırf o mahalledeki kızlara hava atmak için... Ağaçlara tırmanılmalı en sarhoş kafalarla, işte o kafayla, ilk gençliğimin yepyeni ufuklarına bakılmalı, ergenliğin getirdiği “açık saçık”lık hoş karşılanmalı...Gençliğin getirdiği “herşeyi yapalım arkadaş” duygusuyla keşfedilmeye çalışılmalı her kıvrımı göz bebeklerimizin, gözümüzde parlayan her yeni ifade için yeniden doğulmalı...İçilmeli karşılıksız aşkların bir gün karşılık bulması umuduna ve havaya atılmalı bedenimin içinden kimi sessiz sedasız, kimi şenliklerle geçmiş aşklar havai fişekler gibi, yükselmeli en tepe noktaya, orda saçılmalı her yere ve sönmeli zaman geçtikçe her aşk gibi... Geriye, yaşanan muhteşemliğin izi ve kısa zamanların hüznü kalmalı... Ne duruyorum ki, hemen düzenlemeli benliğin en şaşalı festivalini... Vardır illa durmamın sebebi, bilmiyorum... Dedim ya dokunsalar ağlayacak gibiyim sağnaklara inat bir hızla, dokunan yok, uzaktan kumanda duygularla hükmediyor insanoğlu insanoğlunun insanlığına.... Yalnızlığı bekleyen gece kuşlarındanım ben... Çirkin...Uğursuz... Belki de bu yüzden, uzaktan kumandan insanoğlunun kapsama alanının çıkış kapısının dibinde beklemem, ne girebilir içeri bu benlik, ne de kurtulabilir dışarının darmadağınıklığından... Dokunanım yok bilemiyorum ağlayıp ağlayamama ihtimalimi, yaşıyorum boğazımda gittikçe tümörleşen bir yumrukla....

İlkayCeyhan
11 Nisan 2008
İstanbul

Serzeniş

“Bugüne kadar nerelerdeydin?” diye soran insanları hayatım boyunca anlamadım ve anlayabileceğimi de zannetmiyorum…Her insan,varlığını bir şekilde belli eder karşısındaki insana, yaptıklarıyla, başarılarıyla…Hiçbir şey yapamadı mı? Önemli değil…Varoluşundaki temel duygularıyla vardır zaten insan, olduğu yerdedir ve çabalar durur, hoyrat aşklara, umursamaz bakışlara, unutkan gülüşlere…İnsan, “Ben hep buradayım…” der,”Ben hep buradayım”…Kör bakışlar sergileyenlerdir etraflarına, “Bugüne kadar nerelerdeydin?” diye soranlar….

İlkayCeyhan
28 Aralık 2008
İstanbul

Bir Delirme Rüyası

Merhaba, işte yine ben… Ben kim miyim? Ciddi misiniz bunu sorarken? Şaka yapıyor olmalısınız… Evet, evet ters ters bakmanızdan belli şaka yapıyorsunuz, kim bilmez benim kim olduğumu… Aslında haklısınız, bilmiyor olabilir insanlar birbirini, örneğin siz bilmediğinizi iddia ediyorsunuz benim kim olduğumu, ama ben o kadar eminim ki beni çok iyi tanıdığınızdan… Aslına bakarsanız size bir sır vereyim mi? Hemen “hayır” demeyin en buruşuk haliyle yüzünüzün, maazallah, o kadar güzel ki yüzünüz, erken yaşta muhtaç kalmayın kırışık önleyici kremlere… Hem kim bilir ne hikâyeler çıkacak benden… Hiç mi merak etmiyorsunuz? Siz de haklısınız aslında… Yaşadığımız hayatlar o kadar hızlı ki, kim boşu boşuna zaman kaybetsin ki dinleyerek bir başka insanı… Hangi insanoğlu, zaman harcıyor artık yağmur altında yürümek için… Islanmak maskelerimizin fiyakalarını bozuyor artık… Ben dağınık bırakırım genelde, işte anca misafir gelirse toplarım… Yok, canım, en son bahsettiğim konu odam benim, hani vardır ya insanların yaşadığı, kendi özel alanları… Hah! İşte orası… Ben de farkındayım biraz önce maskelerden konuştuğumuzun ama maskesever bir insan değilim yapacak bir şey yok… Maske taksam, Nihat Doğan gibi olurum şerefsizim… Gerçi Seda Sayan’ı götürdü amcam ama… Öhö… Pardon baya bir dağıldım ben… Söz toparlanıyorum hemen… Ne diyorduk, evet, serzenişte bulunuyorduk… Tamam, bulunuyordum, zamanın hızlı geçişine… Yaprakların oluştuğunu, o yaprakların zamanla sarardığını ve ağır aksak düştüğünü kim fark ediyor artık? Adımlarımızın altındaki bir çıtırtı artık sonbaharda yere düşen yapraklar… Ne güzel olur aslında değil mi, çıtır çıtır ayaklarımızın altında, yere düşmeden yakalayıp basmaya çalışırım ben hep üstlerine daha güzel oluyor… Ters ters baktığınıza göre, gene dağıldım ben ve siz de belli ki zengin etmeye kararlısınız güzellik malzemeleri üreten şirketleri… Bakın hiç gerek yok, ben sizi şimdi düzeltirim… Israrla sorduğunuza göre benim kim olduğumu gerçekten buruş buruş olsun istiyorsunuz yüzünüz ve bilmiyorsunuz kimim ben… “Patlıcanın üstündeki kırağıyım ben!” diye güçlü bir giriş yapmak isterdim ancak bakışlarınızla ürküttünüz beni, en azından dinliyorsunuz o da bir şey… Ne diyorduk? Hah! Kendimi tanımlıyordum ben… Diyordum ki yanı başınızdayım ben aslında… Sürekli gördüğünüz, görmezden geldiğiniz, görmeye tenezzül etmediğiniz belki de… Unutmak istediklerinizim, gıcığım işte biraz, hatırlatırım size her zaman… Niyeti kayıp zamanlarınızım, amaçsızlığınızın en üst noktası… Hiç tanımadığınız bir insanım en mahrem sırlarınızı açtığınız ve belki de bir daha görme ihtimalinizin olmadığı ya da görseniz de hatırlamayacağınız… Değil mi? İnsanoğlu beş dakika öncesini unutmaya çalışıyor artık, neden hatırlasın ki beni? Hala soruyor musunuz, kimim ben? Unuttuklarınızım… Yanı başınızdayım…

İlkayCeyhan
25 Nisan 2008
İstanbul

Paralelkenar

Yine gecenin bir yarısı… Gece demek bile abes aslında, tam anlamıyla sabahın 5’i, herkesin uyuduğu, benimse dibine kadar batmış, dibine kadar alkollü, dibine kadar yıkık zamanlarım…
Yeni yeni farkına varıyorum, paralel hayatlar yaşıyorum tüm insanoğluyla… Örneğin, hani vardır ya her insanın hayatında, benim de öyle var olan, hayatımın tümünü verdiğim, tüm kişilik oyunlarımın yazarı şahısla, adım adım adımlıyoruz apayrı hayatları, belki de farkına varmadan birbirimizin… Onun indiği vapur iskelesinin önünde bırakıyor beni işe gitmek için bindiğim dolmuş, o, benim evimin yakınlarında çalışıyor ve iş çıkışlarında, illa karşılaşıyoruz istemesekte, birbirine paralel karşıt kaldırımlarda, sadece ufak bir bakış ve el sallama ile… Apayrı hayatlara kanıt bitişlerimizi göstererek birbirimize…
Çok uzak şehirlerde kendi hayatlarımızın telaşına düşmüşüz, ilk aşk denilen ve her zaman bir şeyleri hatırlatan, zamansız yıkılışların mimarı ile… Paylaşıveriyoruz artık çocukluğumuzun en parlak yerine yerleştirdiğimiz gelecek hayallerini… Zaman, adım adım ayaklayıveriyor bedenlerimizi, büyüyoruz… Birbirine paralel şehirlerde, bambaşka insanlarla, gerçekleştirmeye çalışarak çocukluk hayallerimizi…
Evet, büyüyoruz giderek, artıyor sorumluluklarımız… Üstümüze üstümüze hücum ediyor, çocukluğumuzda hiçte geçmek bilmeyen zaman… Paralel hayatlar yaşıyoruz birbirimize, kesişme noktalarımız kanayan bir yara sadece… Hayal kırıklıklarının en büyükleri karşılıyor bizi, büyüdükçe yaşımız… Kimimiz yok ediyor hayal ettiği güzelim dünyayı, kimimiz bomboş, isteksiz, yersiz yurtsuz sırtlanıveriyoruz hiçte görevimiz olmayan “hayat” denen sorumluluğu… Belki de, en büyüğü oluyor, “Aşk” diye benimsediğimiz, içimize bakışlarını özenle işlediğimiz, görünce “o”nu gözlerimizin hiç olmadığı gibi parlayan zamanların pırıltıları… Ve neden sonra, bakıyorsunuz ki, sizinle aynı paralellikte yaşayan bir başka kişi ki sizin sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir başka kişi, paylaşıveriyor bir anda “o”na dair kurduğunuz hayalleri… Aynı “Hayat” a âşık oluveriyorsunuz bir anda, aynı rakı masasında aynı kişiden bahsettiğinizi bilmeden, bambaşka insanları hayal ettiğinize kendinizi inandırarak… En ağır yükleri taşımaya daha dünden razı omuzlarınız, bırakıveriyor kendini bir anda… İçseniz kaç yazar? Hangi alkol klorak etkisi ile beyaz gösterebilir bu acıyı size? Ve hangi hayalinizi seçerseniz seçin benliğinizin gardırobundan, unutmak için varoluşunuzun acılarını, hatırlatacaktır paralel hayatlara mahkûm olduğunuz yemyeşil gözlerin yüreğinize kurduğu saltanatı… Yine yıkık, yılgın zamanlar sizi bekliyordur artık… Gereğinden fazla içmeye başlarsınız, gereğinden fazla düşünmeye başlarsınız pırıl pırıl parlayan bir çift gözü… En karanlık gecelerinde bir bahar ayının, hatırlarsınız “Aşk” denen şeyi Türk filmlerinden öğrendiğinizi… Koruluk alanda birbirine koşan çiftleri hatırlarsınız, senede bir gün buluşan sevgilileri… Ve illa, “Sadri Alışık” olursunuz, salaş bir meyhanede, en yakın arkadaşınıza anlatırken aşkınızı, dilinizin ucunda en çirkin sesinizle ve yüreğinizi parçalayarak, verircesine hayatınızı, ona söylediğiniz bir şarkı ile… “ Şarkılar seni söyler, dillerde name adın… Aşk gibi, sevda gibi… Huysuz ve tatlı kadın…” Bağıra bağıra ilan edersiniz, Yeşilçam’ın en saf zamanlarınızda öğrendiğiniz “Aşk” masallarını, bilmeden aşkınızın “En güzel zamanlarını demek bensiz yaşadın” diye biten şarkı ile sonuçlanan paralel zamanlara ait olacağını…
Aydınlanıyor gece… Yüklenip duruyorum üstüme vazife olmayan ne varsa… Evet, paralel hayatlar yaşıyorum sizinle… Ortak noktalarda kesişiyor açıortaylarımız… Kestiği yerde kısa kenarın telaşı uzun kenarını hayatımın, bırakıveriyorum kendimi olur olmaz bir boşluğa, biraz da sizin için kanıyorum burada… Kesişme noktalarında bırakarak, kesiştiğim diğer hayatları, aynı hayali paylaşmanın ağırlığını paylaşarak birazda, “vazgeçiyorum senden” en yıkık, en yılgın hallerimle, “seni seviyorum” diyemeden… Her zamanki gibi, topluyorum nevalemi, yürüyorum bilmediğim yerlere, adım adımlayarak zamanı…
Şimdi, bir kez daha yıkık ve yılgın, çokta inanmayarak, bu kez sadece “sana” paralel yeni bir hayat kurma telaşındayım gene binbir umut ile… Bir kez daha ve kim bilir ne kadar süreciğini bilmeden bu platonik travmanın ve en alkollü hallerimle… Daha fazla saçmalamadan susmak en iyisi sanırım…

İlkayCeyhan
19 Nisan 2008
İstanbul

Aklıma Zarar Konuşmalar

İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor aslında… Yapacak bir şeyim olmamasından değil bu halim, yapacak bir şeyim olsa bu his gene olurdu içimde, eminim… Bunalıyorum, çıkıp geziniyorum düşüncelerimin aklıma zarar yollarında. Bir bakıyorum, köşelerimden birine sinmiş oturuyor içimdeki çocuk, ne kadar “çocuk” kaldıysa işte o kadar oturuyor köşelerime mülteci olarak sinen çocuk… “Kalk hadi” diyorum, dinlemiyor beni… “Gel hadi, göğümüze konan uçurtmaları izleyelim” diyorum, “kalbimizin tek kanatlı martılarına yem atalım, dönme dolap olalım dönüp duralım geçmişin çatlaklarında, en tepe noktasında durdursun makinist dönengeçmişdolabını kendimizi görelim” diyorum, oralı bile olmuyor çocuk… “Hadi, naz yapma!” diyorum “Gel, falezlerimizden atlayalım benliğimizin denizine, ayaklarımızı sarkıtalım aşklarımızın iskelesinden… Pamuk helva yiyelim hadi, mahallenin haşarı çocukları gibi gizlice çalalım yalnızlığımızın kapı zilini, o bağırırken arkamızdan biz arkamıza bakmadan kaçalım…” Tip tip bakıyor içimdeki çocuk, “Git başımdan…” diyor “Git başımdan, sen dönme dolaba binemezsin, çok büyüksün, sığmazsın “diyor köşelerime sinen gıcık çocuk… “Çok önce tamamen yıkıldı ayaklarını sarkıtmak istediğin iskele, şekerin var pamuk helva dokunur sana hem, falezlerine çıkan tüm yolları devedikenleri sarmış, çıksan bile denizin kayalık artık” diyor köşelerime sinip kalasıca gıcık çocuk. “Tek kanatlı martıların çığlık atmıyor, esme özürlü rüzgârların nasıl konduracağız göğümüze o uçurtmaları? Yalnızlığın bile gölgene taşınmış, bak, haberin bile yok… Neresinde kapısı o bile belli değil” diyor kafasını köşelerime sürte sürte cezalandırmak istediğim çocuk “Hem sen zaten kristal bir aşka yalınsın amca, rahat bırak beni ben oturacağım “ diyor köşelerimde beni alt eden zaferi gözlerinden okunan çocuk… Bana “Amca” dedi ya… En çok o koyuyor…

İlkayCeyhan
15 Haziran 2008
İstanbul

Saklambaç

98...
99...
100...

Sağım boşluk
Solum boşluk
Ardım çocukluğum / ilk gençlik
Koşturmalar, kahkahalar...
Mahalle maçları, tüftüf savaşları...
İlk aşk, ilk sarhoşluk, ilk hayal kırıklığı...
Peki ya önüm?

98...
99...
100...

Çocukluğum, gençliğim, yaşlılığım
Sobe!...
Saklanmayan ebe...

İlkayCeyhan
08-17 Ağustos 2007
İzmir-İstanbul

Dolunayın Düşündürdükleri

"N.D. için"

Dibine kadar ter
Bir İzmir gecesi gene...
Yıl ikibinlerinaltıncısı ve en ortası
Aylardan bir yaz mevsiminin
Tam tamına üç yıl olmuş ayrılalı
Ve yirminci yüzyılla yirmibirinci yüzyıl
Arasına sıkışmış bir gençlik zamanının
Gururuna eklenmiş
Aşk acısı...

Dibine kadar etil alkol
Haşikio karışımı bir İzmir gecesi gene...
Ana-baba sonradan ayrılma
İlk yetmelik evimde,
Bir balkona sığdırılmış tüm ergenliğim...
Mahallenin köpekleri tanımıyor artık beni
Ve tüm şahitleri çocukluğumun
Başka bir yere taşınmanın esaretinde...
"Hangi kapıyı çalsam yalnızlığa açılacak" belli...
Ruhlarımızın en parlak yerine yerleştirmişiz
"Büyümek" kelimesini...

Dibine kadar bunaltı
Bir İzmir gecesi gene...
Rakımın buğusuna düşmüyor gözlerinin yeşili
Ve yanına meze bir kalıp beyaz peynir artık
Adın yerine...

Yıl ikibinlerinenaltıncısı...
Ruhlarımızın arası kara kedi cenneti
Bir yaz dinlencesinde bedenlerimiz
Ben etken bir yalnızlığa
Edilgen bir serseri...
Yosun kokulu bir hüzne
Hohluyorum gene
Buğusuna karalayabilmek için adını...
Yıl ikibinlerinaltıncısı
Adın, kaderimin alnında
Bir doğum lekesi...

İlkayCeyhan
26-27 Haziran 2006
İzmir

Değiştokuş

Taşıyıp durdu hayatı boyunca
İçindeki kalabalığı
Yanıbaşındaki bir
Tenhalığa...

İlkayCeyhan
09 Şubat 2004
İstanbul-İzmir
Ve acıya keser düşlerin
En olmadık yerinde
Bitmez tükenmez bir senfoninin...
Zaman, sessiz sedasız, yılgın, zamansız göçer
Dokuz sekizlik bir hayattan
Gece düşer gözlerine
Mavisi kaybolur sözlerimin

Koskoca, kalabalık bir kent
Oluyordu gözlerin
Ve evcil hayvanlara benzetebileceğimiz
Bulutlar geçiyordu gökyüzünden...
İstediğin zaman bırakıp gidebileceğin
Keskin yosun kokusuydu sözler...

Kalabalık içinde yalnızlık hissiydi düşlerin
Her seferinde bırakıp gideceksin diye
Endişelendiğim

Oturduğunuz evin giriş kapısında
Ya da yol muhabbetlerimizde
Anlıyordum bunu...

Oysa sızdırır dururdu geceler
Yapayalnız bir geçmişi bedenine...
Sıvası dökük cümleler kurardın
İnadına yorgun düşerdi saatler

Beraber yürüdüğümüz
Arnavut Kaldırımı caddelerde
Anlıyordum bunu...

Viran saatlerinde bu kentin
Cümleler kurardım sana dair
Söylerdim ya
"En çok sen yakışıyorsun bu hayata" diye
Şimdi bir düş kuruyorum sırf senin için
Sonu illa iyi bitsin
ve "Hayat" adında...

Ve acıya keser düşlerin
Gece düşer gözlerine
Mavisi kaybolur kalbimin, gözlerinde...

Beraber beklediğimiz
Otobüs duraklarında
Anlıyorum bunu...

İlkayCeyhan
13 Şubat - 01 Mart 2001
İzmir

Bir Garip Aşk Hikayesi

Kimyası bozulmuş sevgimizin
Zaman geçer güle güle sevgilim
Profesyonel yalnızıyım bu şehrin sensiz
İzin günlerimde yalnız seni sevdim...

Hiç Bu kadar sessiz kalmamıştı bu telefon
Sensiz, gözü kanlı serserisiyim bu şehrin...

İlkayCeyhan
14 Mayıs 2000
İzmir