28 Aralık 2008 Pazar

Çaprazlama

“Tek bir damlayım…” dedi yağmur damlası, “tam ortasında bir kuraklığın,umutlarımdır parıldayan ve gerçekliktir umutlarımın üstüne yansıyan”… “Saydam bir sessizliğim, asılı kalmışım havada…”dedi su damlaları, “çağıldayan bir su birikintisine ramak kala ulaşmaya, buz kesmişim, çağırıp durur beni bekleyen geçmişim…”

“Söyleyin bana,hangisi daha çok acıtır?” dedi yağmur damlası, “çorak bir toprağa karışmak mı, buharlaşmak mı tekrardan o topraktan havaya, bir bulut olup kimi zaman gene yağmak aynı kuraklığa, kıramamak mı döngünü ya da herhangi bir döngüye sıkı sıkıya bağlı olmak mı?”. “Zor işin” dedi su damlaları, “ancak unutma, gör bak halimize, donup kalmak da var koca bir hayatın akışının yanında, yoktur daha zoru hayatta, devinip dururken bir şeyler, bakakalmak “O”na…” Sustu her ikisi de, gitti biri devinip duran döngüsüne, geri döndü kalışlarına diğeri donuk bakışlarıyla… İç çekişler kaldı geriye, bu çapraz karşılaşmada, “Hayat…” dediler, devam ettiler “Hayat”larına…

İlkayCeyhan
28 Aralık 2008
İstanbul

Çözmeye Çalıştıklarım

Dokunsalar ağlayacak gibiyim...Dokunan olursa tabii ki... Yani tam bir kesinlik yok ağlayıp ağlamayacağım konusunda... “Ağlatmak motoru, iyidir, temizler...” diye garip bir cümle yapısıyla cevap vermişti bir tamirci günün birinde bana, karbüratörü temizliyormuş, bir an düşününce sanırım konumuzla pek alakası yok bu garip cümle yapısının, sadece çağrışım yaptı... Haklısınız, her insan aklına gelen ilk çağrışımı yapsaydı dünya ne hallere gelirdi... Çağrışım, çağrıştığı yerde güzeldir değil mi? Sanırım toparlamak gerekecek, ne diyorduk, hah! Tamam! Hem anasını ağlatmak varken dünyanın neden ben ağlıyormuşum diyordum, yani en azından aklımdan geçirmiştim... Evet, aynı anda bir çok şeyi düşünebilirim ama tek bir şeyi iletme kapasitem var, yaratılış işte, ne yaparsınız... Hem konuyu dağıtmayalım, değil mi efendim? Yok mu bunda bir haksızlık? Çok ani bir giriş oldu değil mi? “Ne diyorsun?” demeye yeltendiğinizi duyuyorum ama zahmet edipte duyurmaya çalışmayın zira şu konumda biraz zor. O yüzden devam edelim biz, siz hiç soru sormaya yeltenmemiş gibi... E madem anasını ağlatmak gerekir dünyanın, dibine vurmalı eğlencenin, kendi benliğimin festivalini düzenlemeli değil mi? Çatapatlar atılmalı çocukluğumdan, tüftüf savaşları yapılmalı, illa ve illa mahalle maçları yapılmalı aşağı mahalledeki çocuklarla, sırf o mahalledeki kızlara hava atmak için... Ağaçlara tırmanılmalı en sarhoş kafalarla, işte o kafayla, ilk gençliğimin yepyeni ufuklarına bakılmalı, ergenliğin getirdiği “açık saçık”lık hoş karşılanmalı...Gençliğin getirdiği “herşeyi yapalım arkadaş” duygusuyla keşfedilmeye çalışılmalı her kıvrımı göz bebeklerimizin, gözümüzde parlayan her yeni ifade için yeniden doğulmalı...İçilmeli karşılıksız aşkların bir gün karşılık bulması umuduna ve havaya atılmalı bedenimin içinden kimi sessiz sedasız, kimi şenliklerle geçmiş aşklar havai fişekler gibi, yükselmeli en tepe noktaya, orda saçılmalı her yere ve sönmeli zaman geçtikçe her aşk gibi... Geriye, yaşanan muhteşemliğin izi ve kısa zamanların hüznü kalmalı... Ne duruyorum ki, hemen düzenlemeli benliğin en şaşalı festivalini... Vardır illa durmamın sebebi, bilmiyorum... Dedim ya dokunsalar ağlayacak gibiyim sağnaklara inat bir hızla, dokunan yok, uzaktan kumanda duygularla hükmediyor insanoğlu insanoğlunun insanlığına.... Yalnızlığı bekleyen gece kuşlarındanım ben... Çirkin...Uğursuz... Belki de bu yüzden, uzaktan kumandan insanoğlunun kapsama alanının çıkış kapısının dibinde beklemem, ne girebilir içeri bu benlik, ne de kurtulabilir dışarının darmadağınıklığından... Dokunanım yok bilemiyorum ağlayıp ağlayamama ihtimalimi, yaşıyorum boğazımda gittikçe tümörleşen bir yumrukla....

İlkayCeyhan
11 Nisan 2008
İstanbul

Serzeniş

“Bugüne kadar nerelerdeydin?” diye soran insanları hayatım boyunca anlamadım ve anlayabileceğimi de zannetmiyorum…Her insan,varlığını bir şekilde belli eder karşısındaki insana, yaptıklarıyla, başarılarıyla…Hiçbir şey yapamadı mı? Önemli değil…Varoluşundaki temel duygularıyla vardır zaten insan, olduğu yerdedir ve çabalar durur, hoyrat aşklara, umursamaz bakışlara, unutkan gülüşlere…İnsan, “Ben hep buradayım…” der,”Ben hep buradayım”…Kör bakışlar sergileyenlerdir etraflarına, “Bugüne kadar nerelerdeydin?” diye soranlar….

İlkayCeyhan
28 Aralık 2008
İstanbul

Bir Delirme Rüyası

Merhaba, işte yine ben… Ben kim miyim? Ciddi misiniz bunu sorarken? Şaka yapıyor olmalısınız… Evet, evet ters ters bakmanızdan belli şaka yapıyorsunuz, kim bilmez benim kim olduğumu… Aslında haklısınız, bilmiyor olabilir insanlar birbirini, örneğin siz bilmediğinizi iddia ediyorsunuz benim kim olduğumu, ama ben o kadar eminim ki beni çok iyi tanıdığınızdan… Aslına bakarsanız size bir sır vereyim mi? Hemen “hayır” demeyin en buruşuk haliyle yüzünüzün, maazallah, o kadar güzel ki yüzünüz, erken yaşta muhtaç kalmayın kırışık önleyici kremlere… Hem kim bilir ne hikâyeler çıkacak benden… Hiç mi merak etmiyorsunuz? Siz de haklısınız aslında… Yaşadığımız hayatlar o kadar hızlı ki, kim boşu boşuna zaman kaybetsin ki dinleyerek bir başka insanı… Hangi insanoğlu, zaman harcıyor artık yağmur altında yürümek için… Islanmak maskelerimizin fiyakalarını bozuyor artık… Ben dağınık bırakırım genelde, işte anca misafir gelirse toplarım… Yok, canım, en son bahsettiğim konu odam benim, hani vardır ya insanların yaşadığı, kendi özel alanları… Hah! İşte orası… Ben de farkındayım biraz önce maskelerden konuştuğumuzun ama maskesever bir insan değilim yapacak bir şey yok… Maske taksam, Nihat Doğan gibi olurum şerefsizim… Gerçi Seda Sayan’ı götürdü amcam ama… Öhö… Pardon baya bir dağıldım ben… Söz toparlanıyorum hemen… Ne diyorduk, evet, serzenişte bulunuyorduk… Tamam, bulunuyordum, zamanın hızlı geçişine… Yaprakların oluştuğunu, o yaprakların zamanla sarardığını ve ağır aksak düştüğünü kim fark ediyor artık? Adımlarımızın altındaki bir çıtırtı artık sonbaharda yere düşen yapraklar… Ne güzel olur aslında değil mi, çıtır çıtır ayaklarımızın altında, yere düşmeden yakalayıp basmaya çalışırım ben hep üstlerine daha güzel oluyor… Ters ters baktığınıza göre, gene dağıldım ben ve siz de belli ki zengin etmeye kararlısınız güzellik malzemeleri üreten şirketleri… Bakın hiç gerek yok, ben sizi şimdi düzeltirim… Israrla sorduğunuza göre benim kim olduğumu gerçekten buruş buruş olsun istiyorsunuz yüzünüz ve bilmiyorsunuz kimim ben… “Patlıcanın üstündeki kırağıyım ben!” diye güçlü bir giriş yapmak isterdim ancak bakışlarınızla ürküttünüz beni, en azından dinliyorsunuz o da bir şey… Ne diyorduk? Hah! Kendimi tanımlıyordum ben… Diyordum ki yanı başınızdayım ben aslında… Sürekli gördüğünüz, görmezden geldiğiniz, görmeye tenezzül etmediğiniz belki de… Unutmak istediklerinizim, gıcığım işte biraz, hatırlatırım size her zaman… Niyeti kayıp zamanlarınızım, amaçsızlığınızın en üst noktası… Hiç tanımadığınız bir insanım en mahrem sırlarınızı açtığınız ve belki de bir daha görme ihtimalinizin olmadığı ya da görseniz de hatırlamayacağınız… Değil mi? İnsanoğlu beş dakika öncesini unutmaya çalışıyor artık, neden hatırlasın ki beni? Hala soruyor musunuz, kimim ben? Unuttuklarınızım… Yanı başınızdayım…

İlkayCeyhan
25 Nisan 2008
İstanbul

Paralelkenar

Yine gecenin bir yarısı… Gece demek bile abes aslında, tam anlamıyla sabahın 5’i, herkesin uyuduğu, benimse dibine kadar batmış, dibine kadar alkollü, dibine kadar yıkık zamanlarım…
Yeni yeni farkına varıyorum, paralel hayatlar yaşıyorum tüm insanoğluyla… Örneğin, hani vardır ya her insanın hayatında, benim de öyle var olan, hayatımın tümünü verdiğim, tüm kişilik oyunlarımın yazarı şahısla, adım adım adımlıyoruz apayrı hayatları, belki de farkına varmadan birbirimizin… Onun indiği vapur iskelesinin önünde bırakıyor beni işe gitmek için bindiğim dolmuş, o, benim evimin yakınlarında çalışıyor ve iş çıkışlarında, illa karşılaşıyoruz istemesekte, birbirine paralel karşıt kaldırımlarda, sadece ufak bir bakış ve el sallama ile… Apayrı hayatlara kanıt bitişlerimizi göstererek birbirimize…
Çok uzak şehirlerde kendi hayatlarımızın telaşına düşmüşüz, ilk aşk denilen ve her zaman bir şeyleri hatırlatan, zamansız yıkılışların mimarı ile… Paylaşıveriyoruz artık çocukluğumuzun en parlak yerine yerleştirdiğimiz gelecek hayallerini… Zaman, adım adım ayaklayıveriyor bedenlerimizi, büyüyoruz… Birbirine paralel şehirlerde, bambaşka insanlarla, gerçekleştirmeye çalışarak çocukluk hayallerimizi…
Evet, büyüyoruz giderek, artıyor sorumluluklarımız… Üstümüze üstümüze hücum ediyor, çocukluğumuzda hiçte geçmek bilmeyen zaman… Paralel hayatlar yaşıyoruz birbirimize, kesişme noktalarımız kanayan bir yara sadece… Hayal kırıklıklarının en büyükleri karşılıyor bizi, büyüdükçe yaşımız… Kimimiz yok ediyor hayal ettiği güzelim dünyayı, kimimiz bomboş, isteksiz, yersiz yurtsuz sırtlanıveriyoruz hiçte görevimiz olmayan “hayat” denen sorumluluğu… Belki de, en büyüğü oluyor, “Aşk” diye benimsediğimiz, içimize bakışlarını özenle işlediğimiz, görünce “o”nu gözlerimizin hiç olmadığı gibi parlayan zamanların pırıltıları… Ve neden sonra, bakıyorsunuz ki, sizinle aynı paralellikte yaşayan bir başka kişi ki sizin sevdiğiniz, değer verdiğiniz bir başka kişi, paylaşıveriyor bir anda “o”na dair kurduğunuz hayalleri… Aynı “Hayat” a âşık oluveriyorsunuz bir anda, aynı rakı masasında aynı kişiden bahsettiğinizi bilmeden, bambaşka insanları hayal ettiğinize kendinizi inandırarak… En ağır yükleri taşımaya daha dünden razı omuzlarınız, bırakıveriyor kendini bir anda… İçseniz kaç yazar? Hangi alkol klorak etkisi ile beyaz gösterebilir bu acıyı size? Ve hangi hayalinizi seçerseniz seçin benliğinizin gardırobundan, unutmak için varoluşunuzun acılarını, hatırlatacaktır paralel hayatlara mahkûm olduğunuz yemyeşil gözlerin yüreğinize kurduğu saltanatı… Yine yıkık, yılgın zamanlar sizi bekliyordur artık… Gereğinden fazla içmeye başlarsınız, gereğinden fazla düşünmeye başlarsınız pırıl pırıl parlayan bir çift gözü… En karanlık gecelerinde bir bahar ayının, hatırlarsınız “Aşk” denen şeyi Türk filmlerinden öğrendiğinizi… Koruluk alanda birbirine koşan çiftleri hatırlarsınız, senede bir gün buluşan sevgilileri… Ve illa, “Sadri Alışık” olursunuz, salaş bir meyhanede, en yakın arkadaşınıza anlatırken aşkınızı, dilinizin ucunda en çirkin sesinizle ve yüreğinizi parçalayarak, verircesine hayatınızı, ona söylediğiniz bir şarkı ile… “ Şarkılar seni söyler, dillerde name adın… Aşk gibi, sevda gibi… Huysuz ve tatlı kadın…” Bağıra bağıra ilan edersiniz, Yeşilçam’ın en saf zamanlarınızda öğrendiğiniz “Aşk” masallarını, bilmeden aşkınızın “En güzel zamanlarını demek bensiz yaşadın” diye biten şarkı ile sonuçlanan paralel zamanlara ait olacağını…
Aydınlanıyor gece… Yüklenip duruyorum üstüme vazife olmayan ne varsa… Evet, paralel hayatlar yaşıyorum sizinle… Ortak noktalarda kesişiyor açıortaylarımız… Kestiği yerde kısa kenarın telaşı uzun kenarını hayatımın, bırakıveriyorum kendimi olur olmaz bir boşluğa, biraz da sizin için kanıyorum burada… Kesişme noktalarında bırakarak, kesiştiğim diğer hayatları, aynı hayali paylaşmanın ağırlığını paylaşarak birazda, “vazgeçiyorum senden” en yıkık, en yılgın hallerimle, “seni seviyorum” diyemeden… Her zamanki gibi, topluyorum nevalemi, yürüyorum bilmediğim yerlere, adım adımlayarak zamanı…
Şimdi, bir kez daha yıkık ve yılgın, çokta inanmayarak, bu kez sadece “sana” paralel yeni bir hayat kurma telaşındayım gene binbir umut ile… Bir kez daha ve kim bilir ne kadar süreciğini bilmeden bu platonik travmanın ve en alkollü hallerimle… Daha fazla saçmalamadan susmak en iyisi sanırım…

İlkayCeyhan
19 Nisan 2008
İstanbul

Aklıma Zarar Konuşmalar

İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor aslında… Yapacak bir şeyim olmamasından değil bu halim, yapacak bir şeyim olsa bu his gene olurdu içimde, eminim… Bunalıyorum, çıkıp geziniyorum düşüncelerimin aklıma zarar yollarında. Bir bakıyorum, köşelerimden birine sinmiş oturuyor içimdeki çocuk, ne kadar “çocuk” kaldıysa işte o kadar oturuyor köşelerime mülteci olarak sinen çocuk… “Kalk hadi” diyorum, dinlemiyor beni… “Gel hadi, göğümüze konan uçurtmaları izleyelim” diyorum, “kalbimizin tek kanatlı martılarına yem atalım, dönme dolap olalım dönüp duralım geçmişin çatlaklarında, en tepe noktasında durdursun makinist dönengeçmişdolabını kendimizi görelim” diyorum, oralı bile olmuyor çocuk… “Hadi, naz yapma!” diyorum “Gel, falezlerimizden atlayalım benliğimizin denizine, ayaklarımızı sarkıtalım aşklarımızın iskelesinden… Pamuk helva yiyelim hadi, mahallenin haşarı çocukları gibi gizlice çalalım yalnızlığımızın kapı zilini, o bağırırken arkamızdan biz arkamıza bakmadan kaçalım…” Tip tip bakıyor içimdeki çocuk, “Git başımdan…” diyor “Git başımdan, sen dönme dolaba binemezsin, çok büyüksün, sığmazsın “diyor köşelerime sinen gıcık çocuk… “Çok önce tamamen yıkıldı ayaklarını sarkıtmak istediğin iskele, şekerin var pamuk helva dokunur sana hem, falezlerine çıkan tüm yolları devedikenleri sarmış, çıksan bile denizin kayalık artık” diyor köşelerime sinip kalasıca gıcık çocuk. “Tek kanatlı martıların çığlık atmıyor, esme özürlü rüzgârların nasıl konduracağız göğümüze o uçurtmaları? Yalnızlığın bile gölgene taşınmış, bak, haberin bile yok… Neresinde kapısı o bile belli değil” diyor kafasını köşelerime sürte sürte cezalandırmak istediğim çocuk “Hem sen zaten kristal bir aşka yalınsın amca, rahat bırak beni ben oturacağım “ diyor köşelerimde beni alt eden zaferi gözlerinden okunan çocuk… Bana “Amca” dedi ya… En çok o koyuyor…

İlkayCeyhan
15 Haziran 2008
İstanbul

Saklambaç

98...
99...
100...

Sağım boşluk
Solum boşluk
Ardım çocukluğum / ilk gençlik
Koşturmalar, kahkahalar...
Mahalle maçları, tüftüf savaşları...
İlk aşk, ilk sarhoşluk, ilk hayal kırıklığı...
Peki ya önüm?

98...
99...
100...

Çocukluğum, gençliğim, yaşlılığım
Sobe!...
Saklanmayan ebe...

İlkayCeyhan
08-17 Ağustos 2007
İzmir-İstanbul

Dolunayın Düşündürdükleri

"N.D. için"

Dibine kadar ter
Bir İzmir gecesi gene...
Yıl ikibinlerinaltıncısı ve en ortası
Aylardan bir yaz mevsiminin
Tam tamına üç yıl olmuş ayrılalı
Ve yirminci yüzyılla yirmibirinci yüzyıl
Arasına sıkışmış bir gençlik zamanının
Gururuna eklenmiş
Aşk acısı...

Dibine kadar etil alkol
Haşikio karışımı bir İzmir gecesi gene...
Ana-baba sonradan ayrılma
İlk yetmelik evimde,
Bir balkona sığdırılmış tüm ergenliğim...
Mahallenin köpekleri tanımıyor artık beni
Ve tüm şahitleri çocukluğumun
Başka bir yere taşınmanın esaretinde...
"Hangi kapıyı çalsam yalnızlığa açılacak" belli...
Ruhlarımızın en parlak yerine yerleştirmişiz
"Büyümek" kelimesini...

Dibine kadar bunaltı
Bir İzmir gecesi gene...
Rakımın buğusuna düşmüyor gözlerinin yeşili
Ve yanına meze bir kalıp beyaz peynir artık
Adın yerine...

Yıl ikibinlerinenaltıncısı...
Ruhlarımızın arası kara kedi cenneti
Bir yaz dinlencesinde bedenlerimiz
Ben etken bir yalnızlığa
Edilgen bir serseri...
Yosun kokulu bir hüzne
Hohluyorum gene
Buğusuna karalayabilmek için adını...
Yıl ikibinlerinaltıncısı
Adın, kaderimin alnında
Bir doğum lekesi...

İlkayCeyhan
26-27 Haziran 2006
İzmir

Değiştokuş

Taşıyıp durdu hayatı boyunca
İçindeki kalabalığı
Yanıbaşındaki bir
Tenhalığa...

İlkayCeyhan
09 Şubat 2004
İstanbul-İzmir
Ve acıya keser düşlerin
En olmadık yerinde
Bitmez tükenmez bir senfoninin...
Zaman, sessiz sedasız, yılgın, zamansız göçer
Dokuz sekizlik bir hayattan
Gece düşer gözlerine
Mavisi kaybolur sözlerimin

Koskoca, kalabalık bir kent
Oluyordu gözlerin
Ve evcil hayvanlara benzetebileceğimiz
Bulutlar geçiyordu gökyüzünden...
İstediğin zaman bırakıp gidebileceğin
Keskin yosun kokusuydu sözler...

Kalabalık içinde yalnızlık hissiydi düşlerin
Her seferinde bırakıp gideceksin diye
Endişelendiğim

Oturduğunuz evin giriş kapısında
Ya da yol muhabbetlerimizde
Anlıyordum bunu...

Oysa sızdırır dururdu geceler
Yapayalnız bir geçmişi bedenine...
Sıvası dökük cümleler kurardın
İnadına yorgun düşerdi saatler

Beraber yürüdüğümüz
Arnavut Kaldırımı caddelerde
Anlıyordum bunu...

Viran saatlerinde bu kentin
Cümleler kurardım sana dair
Söylerdim ya
"En çok sen yakışıyorsun bu hayata" diye
Şimdi bir düş kuruyorum sırf senin için
Sonu illa iyi bitsin
ve "Hayat" adında...

Ve acıya keser düşlerin
Gece düşer gözlerine
Mavisi kaybolur kalbimin, gözlerinde...

Beraber beklediğimiz
Otobüs duraklarında
Anlıyorum bunu...

İlkayCeyhan
13 Şubat - 01 Mart 2001
İzmir

Bir Garip Aşk Hikayesi

Kimyası bozulmuş sevgimizin
Zaman geçer güle güle sevgilim
Profesyonel yalnızıyım bu şehrin sensiz
İzin günlerimde yalnız seni sevdim...

Hiç Bu kadar sessiz kalmamıştı bu telefon
Sensiz, gözü kanlı serserisiyim bu şehrin...

İlkayCeyhan
14 Mayıs 2000
İzmir

25 Kasım 2008 Salı

İçim

Artık çokça adam,
Ve kaldığı kadar, azca çocuk…
Ekle bunlara bir de biraz sen…
İşte ben…

İlkayCeyhan
07 Temmuz 2008
İstanbul

Öylesine Bir Hikaye

Sahnedeyim… Tozlu, tahta zemin üzerinde… Tüm spotları açık sahnenin, tam ortaya vuran ışık hüzmesinin altındayım… Kimse yok tiyatronun salonunda, daha oyunun başlamasına saatler var. Ekipten gelen ilk kişi de benim zaten, temizlik görevlileri bile ortada yok. Tek başıma, karşımdaki kırmızı kadifeden imal koltuklara bakıyorum… Birbirlerine geçmiş dişliler gibi sıralanan koltuklar dikkatle inceliyor beni, ben ışık hüzmesinin altında sessizce duruyorum.
Rahatsız ediyor bir anda beni boş kırmızı koltukların dik bakışları. Aslında rahatsız eden suskunluğum, işime geliyor suçu koltukların üstüne atmak… Yıllardır bakıyorlar bana öyle dik ve boş bir şekilde, hem gözlerimin kırmızılığı onlardan hatıra bana, dedim ya, beni rahatsız eden susuşum… Dekorların arasına dalıyorum bir anda kulis tarafına koşarak, nedenini bilmeden, tamamen içgüdüsel. Etrafa göz gezdirirken bilinçsiz bir şekilde, bir paravanın arkasından uzatıveriyor kafasını eski püskü bir berjer koltuk, “Ne var? Ne istiyorsun?” der gibi… Aslında “gibi” kısmı fazla… Resmen kafa tutuyor bana koltuk, büyükannelerimizin, ninelerimizin evinde görebileceğimiz kadar eski, tozdan rengi solmuş o yeşil kumaşlı, oymalı kakmalı, kaknem koltuk. “Ne var?” diye üsteleyerek soruyor bana paravanın arkasından efelenen, yapayalnız ölümü bekleyen yaşlı bir adamın huysuzluğuna sahip koltuk… Susuyorum… Tek kelime harcamaya niyetim yok. Huysuz koltuğun yanına gidip kaldırıyorum paravanı üzerinden. Güç bela getiriyorum sahnenin ortasına, biraz önce beni aydınlatan ışık hüzmesi artık ikimizi aydınlatıyor.
Anlam veremeyen gözlerle bakıyor bana, seyircilerini bekleyen kırmızı koltuklar, fısıltılarını duyuyorum ne yaptığımı sorgulamaya çalışan… Oturuyorum berjer koltuğun üstüne, “kilo vermen lazım delikanlı.” Diyor bana gıcık koltuk, “Sus” diyorum “kemiklerim iri benim…”. “Ama sağlığın için… Hem şekerin varmış; geçen kuliste konuşurlarken duydum” diye inadıma inat ediyor inatçı koltuk, “Boşver” diyorum “Çok sağlıklı düşünen biri değilim”.
Bir sahil kasabasının denize bakan, çıkmaz sokaktan bozma boşluklarından birine atılmış, eski püskü, boyası dökülmüş, üstü yosun dolu, kullanılmayan bir teknenin üstüne keyifle uzanmış bir kedi gibi oturuyorum yaşlı koltuğun üstünde… Işık gözlerimi kamaştırıyor, hani baksam geçmişimin penceresinden göremeyeceğim kimler gelmiş geçmiş hayatımdan, aşk solmuş mu, yağmur yağıyor mu hala aşk ağladığında…”Geçmişte yaşama delikanlı” diyor sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi yaşlı koltuk. “Geçmiş ağırlık yapar bünyende eğer her seferinde bakarsan ona, ayağında prangalaşır, ağır aksak kalırsın” diyor “ bak bana, unuttum benliğimin festivallerini çoktan, takılı kaldım gölgelerimde, havai fişekler gibiymiş aşk, bir süre sonra tepe noktaya varır sonra yavaşça söner gidermiş, gerisinde bir iz bırakarak. Boşver geçmişi… Tadını çıkar sadece yaşadıklarının, zamanının, bak bana, örnek al, tozlanmasın seninde yüreğin paravan arkalarında…”. “Geçmişi düşünmüyorum” diyorum, şaşırıyor yaşlı koltuk. “Şimdide benim aklım, bir çift yeşil göz var gözlerimin içinde ve aklımda hep yemyeşil bir deniz, medceziri kuvvetli, poyrazı sert…”. “Ah be delikanlı!” diyor yaşlı koltuk, “Hadi kalk, boş ver, umudunu yitirme… Oyunun var akşam git hadi kostümünü giy, makyajını yap. Dağılır kafan nasıl olsa, hadi” diyor. Kalkıyorum, hala kendi aralarında fısıldaşıyor kırmızı kadife koltuklar. Gözümü kamaştırıyor sahnenin ışıkları, aklımın köşesinde hala yemyeşil bir deniz, İzmir’imin yolları gibi, tüm yollarım denize çıkıyor. Akşama oyun var, dağılmıyor kafam…

İlkayCeyhan
Eylül 2008
İstanbul

Sarhoşluk

Gözlerinin yeşili düşmese
İçtiğim rakı bardağının buğusuna,
Kim bilir,
Bu kadar sevmeyeceğim bu mereti
Belki de…
Ve hatırlatmasa
Bu kente düşen her yağmur damlası
Adının anlamını bana…

İlkayCeyhan
Eylül 2004
İzmir

Dilbilgisi

“Seni Seviyorum” cümlesindeki
Gizli özne olur adım
Kullanılınca aynı cümle içinde
Adınla…

İlkayCeyhan
27 Şubat 2006
Fransa-Nice

Güz Yaklaşırken

Mevsim sonlarında kapanan
Yazlık sinemalar gibiydi aşkımız…
Kıymıkları kıçımıza batan sandalyeler
Üst üste… Yerlerde yaprak kalıntıları…
Aklımızın en ücra köşelerine kazınmış
Öpüşme sahnesinin üstüne yazılı
Bir “SON” yazısı…

İlkayCeyhan
11 Nisan 2008
İstanbul

Memnuniyet

Üç oda bir salon evim
Aidatı kirasına göre yüksek
Ama “olur o kadar”
Diyorum bazen
Yokuşta da değil ya
Keyfim yerinde…
Ev sahibimde insaflı adam hani
Sensizliği katmıyor kira parasına…

İlkayCeyhan
26 Ocak 2004
İstanbul

Zaman...

Çocukluğumuzda…

Anlamazdık nasıl geçtiğini zamanın… Çağırılınca adımız irkilirdik, bitişiydi oyun zamanının, banyo ve yemek zamanıydı… Biz sokağın tozunu yutmayı, terimizle yıkanmayı tercih ediyorduk… Ama aklımız ve bedenimiz başka bir boyuttaydı, bir sonraki günün oyunlarına yetişme sabırsızlığı ve telaşıyla geçiyordu çocukluğumuz… Zamanın ne demek olduğunu, niçin aktığını, ne amaçla bu kadar çabuk geçtiğini bilmediğimiz, anlayamadığımız, çocuk aklımızla da sürekli “vardır bir sebebi” diyerek düşünmeye bile tenezzül etmediğimiz…

İlk Gençliğimizde…

Okul sıralarında geçerdi tüm zamanımız, belki ilk aşkımızın hayalini kurarak, belki hafta sonu yapacaklarımızın hayalini kurarak, sıra arkadaşlarımızla neler yapmak istediklerimizin hayalini kurarak ama illa hayal kurarak, hayallerimizi oyunlaştırarak… Güzel olunca hayaller, zaman da güzel olurdu bizim için geçip gitmezdi hemen ya da bize öyle gelirdi… Bir bakmışız ki gelmiş günün sonu, servisler dayanmış okul kapısına, inatçı bir de alıp seni eve götürmek konusunda… Onlara inat, kalıp okulun bahçesinde devam edilirdi oyuna, ev nasıl olsa duruyor olduğu yerde… Kaçmıyor ki mübarek… Zaman mı? Geçerse geçsin be! Bana mı geçiyor?

Gençliğimizde…

Ayrı şehirlerde olmanın burukluğu ve illa sevinci olurdu sevdiklerimizden ayrılmanın, sonuçta “Hiç ayrılmayacağız” dediğimiz insanların yanından gelmiştik “Hiç ayrılmayacağız” diyeceğimiz insanların yanına, “Adam” olma ihtimalimiz göz önüne alınarak… Alkolden miydi yoksa aşkımızın dudaklarında yakaladığımız hazdan mı ya da geldiğimiz şehrin büyüsü müydü aklımızı dumanlaştıran bilmezdik ama hep beraber ortak zamanlarda yaşadıklarımız, arkadaşlıklarımız, unuttururdu tüm düşünceleri, “Adam” olma ihtimallerimizi… Sırt sırta sızışları yaşardık, her gece ayrı bir evde uyanmanın ve geçen akşam yaşanılanların bıraktığı tebessümü bütün gün boyunca yüzümüzde taşımanın gururunu… Ortak cümlemizdi “Bizden adam olmaz birader” lafı, başımızda kavak yelleri… Dururdu zaman… Akmasın diye dua ederdik içten içe… Sonra bir baktık ki, duruyor gibi yapan “zaman” durmuyormuş meğer… Akıyordu durmadan, içimizde "Gerçeğe" uyanmanın hayal kırıklığı…

Şimdi…

Farkındayız artık, kandıramıyor bizi zaman… Kandıramadığı gibi sanki çok daha hızlı akıp gidiyor şimdilerde… Telaş dolu hayatımız, sorumluluk yüklü omuzlarla dönmeye çalışıyoruz gençliğimize, ilk gençliğimize, çocukluğumuza… Yüklerimiz ağır geliyor kalıyoruz “Şimdi”de… İçimizde garip bir burukluk ve her zaman bir umut, telaşımızdan kurtulup görebilmenin eski dostları, geçmişin umursamazlığını -bir-iki saatliğine de olsa- tekrar yaşayabilmenin, gözlerimizdeki yılgınlığı eskiden olduğu gibi pırıltılarla değiştirebilmenin… İnsanoğlu bir garip gerçekten, bildiğin hayat telaşına “büyümek” diyor… “Büyüyoruz”, içimizde bir çocuk hala tepinip duruyor, ne kadar “çocuk” kaldıysa işte o kadar çocuk kalıyoruz yaşadığımız hayata… Ve farkındayız, akıyor zaman, durduramıyoruz…

İlkayCeyhan
Eylül 2008
İstanbul 

Mahçup Bir Çocuk

Bahçesine kaçmış
“Sana” diye düşlediğim aşk
Huysuz yaşlı bir teyzenin
Tehdit ediyor beni
Kesmekle dört bir yanımdan
Sevgimin…

Ah be teyzem!
Nereden bileceksin ki
Karşılığı yoktur o aşkın
Kessen de
Kanayacak olan sadece
“Ben”…

İlkayCeyhan
15 Temmuz 2007
İstanbul

Giderken

Boşuna değil susması doklardaki çekiç seslerinin,
Martıların da var bir bildiği, laf değil…
Hem ne kalır geriye
Bu şehrin Arnavut kaldırımlarında yaşanan
Ve dört bir yanı yasemin kokan
Bir sevdadan?
“Üzgün sırtlan duruşlarımızdan” ne kalır?
Sade zaman… Etkenken edilgen olan…

İlkayCeyhan
02 Ekim 2000
İzmir

Artık Yok

Hani vardı ya bir aşk hikâyesi
“Zamanın birinde” diye başlayan
Pirenin tellallıktan geçim sıkıntısı çekip
Ek iş olarak berberlik yaptığı…
Dört bir yanı mağrur sallarken dedemin beşiğini
Bir dudağı gökte
Diğeri dudaklarında…
Hani, göç ederken düşlerimiz
Düşlerimizi süsleyen
Ve hangi zaman unutur gibi olsak hatırlatılan…
Süslü yalanların günah sayılmadığı
Biraz da bizim aşkımıza benzeyen
Ve sonunu hep mutlu bildiğimiz…
Hani vardı ya bir aşk hikâyesi…

İlkayCeyhan
Mart 2000
İstanbul

..............

Dört bir yanım sen şimdi
Tek Kurşunluk volta saatlerinde…

Eksiltili, tek kişilik oyunlarım vardı
Bu gecikmişlerin kentinde,
Sen süblimleşmiş aşklarına
Kristal sözler armağan ederken…
Unuttuklarımdın, yanımdaydın
En çok gözlerine yakışırdı aşk senin…

Sızmaz oldu ses duvarlardan
Tek kurşunluk volta saatlerinde, bak,
Gittiğinde dört bir yanım sen…

İlkayCeyhan
28 Şubat 2000 – 01 Mart 2000
İzmir

Uzaktayken

Tek göz odam…
Ve ufak, kuru bir bahçeye
Açılıyor balkonumun kapısı…
Boynumun tutulması
Yattığım çekyatın marifeti…
Ve gözleri kanlı uyanmam
Işığı kendinden kör lambamda
Senin adını yazmamdan
Mürekkep lekeli kâğıtlarıma
Biliyorum…

İlkayCeyhan
10 Şubat 2006
Fransa- Nice

Vapurda

Vapurdayım… Karşıya geçiyorum… Sıcak mı sıcak bir Temmuz ayı, bunalıyorum… Dergiye yazı yazmam lazım, ne yazacağımı bir bilsem! Konu “Saldırı”, beynime saldırıp duruyor söz konusu gıcık konu. Sürekli karalıyorum bir şeyler, sonra buruşturup atıyorum ne yazdıysam, durdu sanki kafam, çalışmıyor… Üstüme üstüme geliyor ülkemin gevşek tabanlı değişken gündemi. Gündemi takip eden köşe yazarlarına bir kez daha saygı duyuyorum. Çaycı geliyor, bir çay alıp içmeye başlıyorum denize karşı, o andan itibaren başlıyor kafam çalışmaya. Derler ya, Türk’ün aklı çeşitli eylemler sırasında çalışır diye, eee serde İzmirlilik var, benim eylemim vapurda denize karşı çay içmek… Çalışıyor kafam, seviniyorum.
Döküveriyorum bir anda ülke gündemini meşgul eden ne varsa bir kâğıdın üstüne… Ergenekon(d)u, AKP’nin kapatma davasını, EURO2008’i ve ardından sokuşturulan zamları… Farkına varıyorum ki çok hızlı bir gündem değiştirme durumumuz var, iç çamaşırlarımız gibi, gündemler de her gün değişiyor. Diyorum kendi kendime, “iç çamaşırı” kısmı pek yakışıklı durmadı orada, “Hangi amaca hizmet ediyor?” diye soruyorum kendime, hem sonra başa bela olmasın o kelime? “Amaaan!” diyorum sonra “Boşver…”, “İlk sen mi olacaksın bir söz, cümle yüzünden 301’i ihlal etmekle suçlanan ya da hakaret davasıyla yargılanacak olan? Hem bak, Nedim Gürsel’e bile dini duyguları sömürme suçlamasıyla soruşturma açılmış “Allah’ın Kızları” diye bir kitap yazdığı için… Beni mi takip edecek işi gücü yok koskoca hükümet, bir yanı siyasallaşmış diğer bir yanı daha da siyasallaşmaya karşı olan ve tam bağımsızlık isteyen yargı kurumlarımız, savcılarımız, avukatlarımız ve o avukatları yetiştiren çok değerli hukuk fakültesi hocalarımız? Onlar ne idüğü belirsiz, saçma bir tekerleme oyunundalar –Sen misin beni kapatmaya çalışan, al sana ben de senin için kurarım bir Ergenekon(d)u o zaman” cümlesini değişik şive, lehçe ve garip suçlama-tutuklama-baskın teknikleriyle hızlı hızlı söylemeye çalışıyorlar. Hem daha Hrant Dink davası var çözülmemiş; öncesinde Uğur Mumcu var, Ahmet Taner Kışlalı var, bana sıra gelmez nasıl olsa…” diyorum, içimi bir ferahlık kaplıyor. Meğer rüzgâr esmiş, onun serinliğiymiş o ferahlık, sonradan algılıyorum. Aklıma takılıyor teker teker sorular… İddianame sonunda yazılmış sunulmuş mahkemeye Ergenekon(d)u davasında ancak beklendiği gibi bir iddianame çıkmıyor, karmakarışık oluyor insanın kafası… Tüm tutuklananlar, sorgulananlar devleti yıkmaya yönelik bir terör örgütü kurmakla suçlanıyorlar ancak suçlamalara bakıyorsunuz sadece ciddi olarak bir “halkı isyana teşvik” suçlaması var. Bu terör örgütü de maşallah geniş tabanlıymış iddianame öyle iddia ediyor. Komünisti, ayrılıkçısı, aşırı milliyetçisi, radikal İslamcısı, ılımlısı, ılımsızı… Kimi ararsan bu örgütte mevcut, ancak hiç birinin birbirinden haberi yok. Kimin neyle suçlandığı belli değil, doğal olarak aklıma takılıyor “gözaltına alınan İlhan Selçuk, Mustafa Balbay kendi gazetelerini mi bombaladı?” Ortada bir iddianame var ancak ortada dişe dokunur bir iddia yok! Kim Neokoncu (Neoconservative), kim Ergenekon(du)cu, arada kalanlar kim, kimse bilmiyor…
“Neyse…” diyorum, bir yudum daha alıyorum çayımdan. Aklıma düşüyor bir anda “Avrupa Birliği”, “Akdeniz Birliği”… Her halde biraz fazla yudumladım çayımdan, kapsamlı düşünmeye başlıyorum, Fransa’nın dönem başkanlığını, Avrupa’nın temellerini oluşturacak Lizbon Anlaşması’nın İrlanda tarafından reddedilmesi ve AB’nin geleceği konularını, Fransa Anayasası’ndaki değişikliğini ve Türkiye için artık illa bir referandum olacağı sonucunu, bu sonuçla birlikte iyice ağırlaşan AB kapısını… Çok sayın sağ görüşlü ancak sağı solu belli olmayan Monsieur Sarkozy’nin Fransa’daki anayasa değişikliği ile birlikte, Avrupa kapılarını Türkler için kapatıp onun yerine “AB elimizde taze bitti ancak size bi’ başka AB verelim: Akdeniz Birliği” demesini. O birlikte İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinin yerine neden Finlandiya gibi bir ülkenin yer aldığı konularını… Düşünüyorum… Var olmam gerekirken, tuhaflaşıyorum, bir yudum daha alıyorum çayımdan…
Aklıma geliyor bir anda, “Bizim Anayasamız değişecekti? N’oldu?” , “Demokratikleşecek miyiz yoksa hükümetin padişahvari yönetiminde olduğu gibi, tüm –Ortak Kararlarda- onlar mı karar verecek tümden? Biz ortak mı olacağız sadece?”. “Sonra, ekonomik kriz vardı dünyada, borsa neden düşüyor, düştüğü yerde bu kadar cazip olan ne varda düşüyor bu meret? Avrupa Kupası’nı alsaydık yüzde kaç zam yiyecektik? N’oldu ülkemdeki su sorunu? Çözüm için çaba var mı? Peki ya işsizlik? TEFE-TÜFE-Enflasyon?”… Sıralanıp gidiyor aklımda sorular… Teknolojinin gözünü seveyim, anında cep telefonuma geliyor günün gelişmeleri… “ABD Konsolosluğu’na Saldırı: 3 Şehit.” Şaşırıyorum, gene değişti gündem bir anda! “Onca yazı yazdım, şimdi bunları gene buruşturup atacak mıyım?” diye düşünüyorum. “Hem daha yazacak çok şey var: Doğa katliamları, küresel ısınma, nükleer enerji-temiz enerji, Prag’da imzalanan füze anlaşması ve bunun ardından gelişen ABD-Rusya krizi…” Aklıma takılıyor, “Tekrar mı başlıyor Soğuk Savaş dönemi?
Vapur yaklaşıyor iskeleye, toplamaya başlıyorum kafamda yazacaklarımı. Bulmuşum ne yazacağımı tabi keyfim yerinde… Son yudumumu alıyorum çay bardağından. Bir anda aklıma geliyor: “Bi’ 3 çocuk meselesi vardı o n’oldu? Kondom şirketlerinin engeline mi takıldı?”.

İlkayCeyhan

Denizkızı'na Ağıt

“N.D. için”

Bakma bana öyle n’olur…
Dalga dalga çarpıyorsun yüzüme
Dudaklarıma çatlak bir
Yalnızlığı…
Çığlık gibi fırtınalar kopuyor içimde avaz avaz
Tozu duman, acısı yakıcı, aşkı derin uçurum
Kıyılarında yıldız yakaladığım senin için…
Bakma bana öyle n’olur
Yemyeşil bir deniz gibi yüreğimde
Uçsuz bucaksız, poyrazı sert, medcezirlisin…
Benim için değil söylediğin şarkılar
Biliyorum…

İç çekişler gibi
Titrek ellerim, cümlelerim devrik,
Öznesi gizli…
Bakma bana öyle n’olur…
Düşüme İstanbul oluyor gözlerin…

İlkayCeyhan
İstanbul, 01.06.2008

Hancıyla Sohbet

Hep gelirler beyim buraya…
Daha niceleri geldi bir bilsen.
Ve daha niceleri de gelecek…
Evet beyim… Gelirler…
Kalırlar bir süre, ruhlarını dinlendirirler.
Nacizane hizmet ederiz biz beyim;
İşte ellerimiz titrekte olsa elimizden geldiğince…

Beyim… Karın tokluğuna çalışırız biz buralarda.
Nesi olur ki “boşlukla” savaşanların ya da hep boşuna savaşmışların,
Hayatlarını adadıklarını sandıkları şeyler uğruna
Yorgunluktan, yılgınlıktan, yıkıntılardan başka?…
Yıkıntılardan tozu toprağına karışık gelir buraya gelenler beyim…
İç çekişlerimizden rüzgâr üretiriz biz yüreğimizde,
Gitsin diye yıkıntıların tozu toprağı.
Kaderimizde yazar bu…
Kalırlar burada bir süre dinlendirirler ruhlarını;
Nacizane hizmet ederiz biz…
Ancak gelenler gider bir gün geldikleri gibi.
Geldiklerinde boş olan yüreklerini buradan aldıkları rüzgâr ile doldurarak…
Her gidenle birlikte azalır içimizdeki rüzgâr;
Artar iç çekişlerimiz, nasıl bir döngüdür bilemezsin…

Giderler beyim…
Fazla kalmazlar buralarda.
Bizizdir baki kalan geride.
Elimizde eksilen rüzgârlarımızdan miras titreklikle
Ve şu gördüğün hımbıl kediyle birlikte…
Artar iç çekişlerimiz, azalır rüzgârlarımız gidenlerin ardından.
Olsun be beyim… Varsın azalsın, gidenlerden birinin
Kalmak isteyebileceği ihtimali uğrunda…

İlkayCeyhan
20 Haziran 2008
İstanbul

Tanır Mısınız İlkay Ceyhan'ı?

Evet efendim… Bu adam çok garip bir adamdır… Ne zaman ne yapacağı belli olmaz, huysuz, gıcık, asabi bir cücedir kendileri… Nüfus kâğıdında “18 Ocak 1982 yılında doğmuştur” diye yazar ama siz inanmayın buna, kesin yaşını küçültmüştür bu eşek sıpası. Görüldüğü gibi oğlak burcudur, yükseleni akreptir bu adamın, kısacası çekilebilecek bir adam değildir. “Gel-Git”leri ile ünlüdür. Okumuş adamdır, 7 sene İzmir Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde okumuş ama ne okuduğunu hala anlamamıştır. Sonradan Fransa’ya, Charles de Gaulle Üniversitesi'ne sahne sanatları ve hukuk öğrenimi görmeye gitmiş (bakın, nasıl da çelişki dolu…) ama çok sevgili YÖK’ün gazabı ile geri dönmek zorunda kalmıştır. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler okumuş, bir hocasının “senden bir halt olmaz!” lafına içerleyip Fransa’ya, L’Institut Européenne Des Hautes Etudes Internationales' e burslu olarak yüksek lisansını yapmaya gitmiş, oradan da “Avrupa Birliği ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı” olarak çıkmıştır. Bu şahıstan umudu olmayan hocanın tekrardan kendisine “adam” olmayacağını hatırlatması sonucunda inadı tutmuş, gitmiş, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik bölümünde doktora yapmaya başlamıştır. Doktoraya kabul kâğıdını da kendisine laf eden hocasının oda kapısına çivi ile çakmıştır. Bu beceriksiz herif doktora çalışmalarını bitirmiş, cüppesini giymiş, "doktor" ünvanını almış, husumetli olduğu hocasına da tezinin ve cüppe giymiş olduğu anın fotoğrafını göndermiştir. Görüldüğü gibi tüm eğitim hayatı bir inat uğrunadır…

Dezorganize tip şizofreni örnekleri sergiler bu adam… Ağlanacak yerde güler, güleceği yerde ağlar, en olmadık anlarda olmadık yerlerdedir… Tipine bakıp da bir şeye benzemetiğiniz bu adam çok çeşitli işler yapmıştır. 1990 yılından beri tiyatro ile uğraşmaktadır, TRT İzmir Stüdyoları’nda çekilen bir çocuk programında Cengiz Küçükayvaz ile oynamış, çeşitli yerlerde oyunculuk ve yönetmenlik yapmış, 2008 yılında Maltepe Üniversitesi ve İstanbul Şehir Tiyatroları’nın ortak düzenlediği bir tiyatro festivalinde “en iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülünü almıştır. Tiyatro Gramofon ile 2009-2010 sezonunda Carlo Goldini'nin "İki Efendinin Uşağı" oyununda oyuncu olarak görev yapmış, aynı sezon içerisinde de Bahçeşehir Üniversitesi Müzikal Topluluğu bünyesinde William Shakespeare'in "Kuru Gürültü" oyununu tekrar kaleme alarak sahneye uyarlamış ve yönetmenliğini yapmıştır. 2012 yılından beri Tiyatro KaraKutu bünyesinde oyuncu ve yönetmen olarak çalışmaktadır. "İtiraf" adlı oyunu yazmış ve yönetmiştir, Dario Fo derlemeleri yapmış ve yönetmiştir. Yapmış da ne olmuştur orası ayrı bir konudur. Halen Tiyatro KaraKutu'da tiyatro yapmaya çalışmaktadır.

Arada sırada bir şeyler yazar bu adam. Yazdıkları, Milliyet Gazetesi’nin 2000 yılında düzenlediği şiir yarışmasında birincilik kazanmıştır. Bir süre Milliyet Sanat ve Varlık dergilerinde yazıları yayımlanmıştır, sonradan birileri tarafından çok pis cesareti kırılmış, yazmaya ara vermiştir. O cesaret kıran şahısı bir bulursa neler yapacağının hesaplarını yapmaktadır şu sıralar… Bu tipsiz herifin doktora çalışmaları sırasında yapmış olduğu Umberto Eco ve Jacques Derrida çevirileri, Prof. Dr. Nurdoğan Rigel'in editörlüğünde Anonim Yayıncılık'tan "Eco Dersleri: Yankılanan Metinler Nasıl Okunur?" ve "Derrida Dersleri: Kurgudan Arındırılarak Yeniden Kurulan Metinler" adı altında 2010 yılında yayımlanmıştır. 2011 yılında yazmış olduğu "Kamu Tüzel Kişisi Olarak TRT ve TRT Aylık Radyo Televizyon Dergisi İncelemesi", Prof. Dr. Aslı Yapar Gönenç tarafından derlenen "Dergicilik Üzerine" adlı kitapta bölüm olarak yayımlanmıştır. Doktora çalışmalarında "Siyasal İletişimde Kamu Diplomasisi" adlı tezi yazmıştır.  Bütün derdi gücü sözcüklerledir. 

Rakı içer bu adam, içti mi bir kadehle de kalmaz şişeyi bitirir doyumsuz herif, çirkin sesiyle şarkı söyler, milletin kulağına tecavüz eder. Lunaparka gitmeyi, dönmedolaba binmeyi, çarpışan otoları, “radar” denen trenleri sever kazık kadar olmasına rağmen… Kitap okur (zordur bu dönemde kitap okuyan adam bulmak), arada lise arkadaşlarıyla fotoğraf çekmeye gider sağa sola. Deniz kokusuyla büyümüş, denizin tüm dinginliğini, dengesizliğini, fırtınalarını taşımıştır içine, deniz sesiyle, denizden gelen rüzgâr ile hüzünlenmiş, sevinmiş, kızmış, mavi bir denizin ne istediğini, ne demek istediğini anlamış, sonrasında gitgide denize âşık olmuştur… Yüreğinde illa yaz aylarından kalma bir yasemin kokusu taşır bu adam, hani olur ya bir gün bir deniz olmazsa hayatında, silinirse tüm benliği, hatırlatsın “O”nu diye… Yoksa öküzün önde gidenidir…