27 Aralık 2016 Salı

Kızıl ve Siyah

Cenazede tanıştık onunla… Mezarlığın kenarından gömülüşünü izliyordum annemin. Babamın sırtı bana dönük, başı eğik… Mırıldanılan dua sesleri, babam görüyor beni:  “Ne işin var lan burada! Ne yüzle geliyorsun lan buraya! Siktir git lan buradan!” Araya giriyorlar, zaten uzağım, daha da uzaklaştırıyorlar beni mezarlıktan. O sırada göz göze geliyoruz onunla, sadece bir saniye, o kadar… Teker teker gidiyor herkes, babam birinin omzuna dayanarak ilerleyebiliyor, söyleniyor bir yandan da: “amına koduğumun çocuğu ne yüzle geliyor buraya! Amına koduğumun çocuğu…”, “küfretme, ayıp” diyorlar… Herkes gittikten sonra, gidiyorum annemin mezarının başına. Konuşuyorum onunla uzun bir aradan sonra ilk kez: “Geldim işte anne… annem…”

Dedim ya cenazede tanıştık onunla diye. Uzaktan bana bakıyordu. Uzun uzun, gözlerini kaçırmadan… Ben de baktım ona. Sonra kalabalıkla birlikte gitti o da. Mezarlığın başında arabayla beklemiş beni: “Nereye gideceksiniz? Beraber gidebiliriz istersen…” Bakıyorum gözlerinin içine, bir şey demeden biniyorum arabaya: “Nereye istersen oraya git, bu saatten sonra farketmez!” diyorum. Çalıştırıyor arabayı, arada konuşmaya çalışıyor, ismimi öğrenmeye falan çabalıyor, nerede oturduğumu soruyor, annemin ölümünden hiç bahsetmiyor, onun çocuğu olduğumdan bihabermiş gibi konuşuyor benimle. Bir sigara yakıyor, bir nefes çekip veriyor bana: “içer misin?” İçiyorum. Deniz kenarında, tenhaya çekiyor arabayı. Kendini anlatmaya başlıyor bana. Nerede doğduğunu, bu şehre nasıl geldiğini, ne işle uğraştığını… Duraksamadan anlatıyor. Ardı arkasına yakıyor sigaraları anlatırken, hep gözümün içine bakıyor. Bense susuyorum, hep.  Gözümde koca güneş gözlüklerinden var. Nereye baktığım belli değil, hoşuma gidiyor bu durum. Sonra çıkartıp gözümden güneş gözlüğünü “evine gidelim mi?” diyorum, kekeliyor… Ev dolu, “tenhaya çek o zaman” diyorum. Çalıştırıyor arabayı, şehrin uzak noktalarından birine, ormanlık alana doğru çıkıyoruz yola. Müziği açıyor yolda, neşeli bir şeyler arıyor radyonun kanalında, gergin, bir-iki defa kaza atlatıyoruz. Oralı bile olmuyorum, ben umursamadıkça daha da geriliyor. Kimsenin göremeyeceği bir alana çekiyor arabayı. Dışarı çıkıyor, etrafta kimse var mı diye kolaçan ediyor etrafı, kimsenin olmadığından emin olduktan sonra geri dönüyor arabaya. Sevişiyoruz! Daracık alanda, tüm nefretimi, öfkemi suratına kusarak sevişiyoruz! Elimiz, ayağımız yorgunluktan tutmaz olana kadar sevişiyoruz! İşim bitince yaslanıyorum koltuğa, “Bi’ sigara versene” diyorum. Uzatıyor yavşak yavşak, biraz önce sikti ya, eser kalmadı öncesindeki telaşından! Bir şeyler geveliyor ağzında, ne anlatmaya çalıştığını anlamaya dahi uğraşmıyorum. “Beni eve götür” diyorum, afallıyor, toparlanmaya çalışıyor Bozularak basıyor arabanın marşına, suratı allak bullak… Oturduğum yere geliyoruz, iniyorum arabadan. “İçeri davet etmeyecek misin?”, “hayır” deyip suratına kapıyorum arabanın kapısını yüzüne sertçe, arkama bakmadan apartmanın kapısından içeri giriyorum. Eve çıkıyorum, kapıyı kapatıyorum, çöküyorum olduğum yere. Ayaklarım taşımıyor artık beni. Ağlıyorum, içimdeki kini, irini akıtmak istercesine ağlıyorum…

Ertesi sabah, evi havalandırmak için camı açtığımda arabasını görüyorum. Beni bıraktığı yerde, elinde sigara, apartmana bakıyor. Beni camda görünce, sigarasını atıp yere, evimin katına çıkıyor. Kapım çalınıyor… “Ne var lan?” diyerek açıyorum kapıyı. “Bu havan ne güzelim, tadın damağımda kaldı, geldik işte” diyor “ne yaygara yapıyorsun?”. “Siktirtme bana tadını, damağını! İstemiyorum ulan! De hadi naş!”. Göğsünden tutarak sertçe itiyorum onu, merdivenin tırabzanına tutunuyor düşmemek için. Kapıyı vuruyorum suratına. Bir hışımla çıkıyor apartmandan, camdan izliyorum onu, son bir kez bana bakıp biniyor arabasına, çekip gidiyor. Çıkıyorum evden, alt komşum Asiye teyze ile selamlaşıyoruz. Mahallenin bakkalına gidiyorum, erzak alıyorum, günlük şeyler. Her seferinde süzdüğü gibi bir kere daha süzüyor beni bakkal, aldığım nevale için “bunlar benden olsun” diyor, “siktir lan” deyip parasını atıyorum tezgâh üstüne. Herif mal karşılığınca sikecek beni aklınca! Amın oğlu! Yolda top oynayan çocuklar laf atıyor, oralı olmuyorum, topu önüme atıyorlar, topuklunun sol iç köşesiyle vuruyorum. “90’a taktı lan gördün mü?”,  “Vay babanın kemiğine”. Söylenip duruyorlar arkamdan… Taksi durduruyorum, “nereye ablacım?”… Abla kelimesini vurguluyor, gideceğim yeri söylüyorum. Babamın dükkânı…  Biraz uzağında iniyorum dükkânın, uzağından izleyip, bakabileceğim kadar bir mesafede. Dükkânın önüne sandalyesini çekmiş, iki eli dizlerinin üzerinde, dirsekten kıvrık ve dirseklerini dışa döndürmüş bir şekilde oturuyor. Ne zaman üzgün olsa, öyle oturur babam, gelen gidenden taziyeleri kabul ediyor, yan dükkândan Ediz amca da yanında. Cesaretimi topluyorum, gidiyorum yanına. Beni görünce irkiliyor, “Ne işin var lan burada?!” “Sana” diyorum “yiyecek bir şeyler getirdim, şimdi sen…” sözümü bitirmeme izin vermiyor. “Ulan amcık ağızlı! Benim elim ayağım yok mu ha?1 Alamam mı ben kendime nevale?! Sana mı kaldık la orospu çocuğu! Siktir git buradan” Üstüme yürüyor, araya Ediz amca giriyor “Ayıptır, yapma. Yakışmıyor sana”. Sonra dönüyor bana “git sen de evladım, görmüyor musun baban istemiyor”… Bırakıyorum elimdekileri, tek bir kelime etmeden gidiyorum. Babam hala bana sövüyor arkamdan. Bir süre deniz kıyısında oturuyorum, yanıma banka bir adam oturuyor, soruyor yavşak yavşak “biraz eğlenelim mi gülüm seninle? Ne dersin?” Kalkıyorum oradan suratına dahi bakmadan adamın, taksiye biniyorum, eve geliyorum. Bizim lavuk kapıda bekliyor beni. Görmezden gelmeye çalışıyorum, önümü kesiyor “Havanı sikerim senin!”, “Kes lan!” diyerek itiyorum geçip gidiyorum yanından. Kolumdan tutup çekiyor beni, koyuyorum yumruğu suratına ard arda. Kaşı açılıyor, tehditler savurarak gidiyor “Göstericem lan sana! Orospu! Ananı sikicem senin!”. Eve çıkıyorum, uzanıyorum yatağa. Uyuyorum biraz.

Kapının kırılır gibi çalınması ile uyanıyorum Tekmeleyerek, yumruk atarak çalınıyor kapı. Açıyorum kapıyı, bizim lavuk ile birlikte 3 kişi daha dalıyor bir anda içeri. Suratıma ilk kim vuruyor hatırlamıyorum. Sonrasında sopalarla vuruyorlar her tarafıma, bayılıyorum. Ayıldığımda, ellerim arkadan bağlı, ayaklarım bileklerden bağlı bir şekilde… Kendi aralarında konuşuyorlar. Önce kim sikecek onun hesabındalar. Karar veriliyor, bizim lavuk geçiyor önüme, kafama dayıyor silahı “şimdi hepimizi mutlu edeceksin!” diyor. Önce teker teker, sonra ikili ikili ama hepsi mutlu oluyor benim üzerimden. Kalkıyor sonra yerinden bizim lavuk, yanındaki heriflerin birinden kasatura alıyor, tutup saçlarımdan boynumu geriye çekiyor. Kasaturanın soğuğunu boğazımda hissediyorum, kanımla ısınıyor kasaturanın soğukluğu. “Anana selam söyle benden!” diyerek bırakıyor beni. Nefes almaya çalışıyorum… nefes alamıyorum, içim üşüyor, buz kesiyorum… Yerde, elim ayağım bağlı, çıplak, kanım yüzümün yarısına dolmuş bir biçimde karşıma geçip sigarasını yakan lavuğa gözlerimi dikmiş bakıyorum.

Önce çöp poşetine koymaya çalışıyorlar beni, baktılar olmuyor, evdeki halılardan birine sarıyorlar. Arabanın bagajında ormanlık bir alana götürüyorlar. 5 liraya aldıkları bir bidon benzini döküyorlar üstüme… 1 liraya aldıkları kibriti yakıp atıyorlar. Eriyor buza kesilmiş bedenim, artık üşümüyorum. Annemin sesini duyuyorum bedenimin buzu eridikçe, “Çocuğum, korkma! Ben buradayım…”


6 Haziran 2012 Çarşamba

Geriye Kalan

…önce…
İnce bir çizgiydi hayat,
Seninle benim aramda…
Senin yanı başın papatya tarlası,
Yanı başım uçurum…
Suskunduk, kelebekler kadar suskun…
Yıldızı parlamıyordu gözlerinin, bakışlarında aysız bir karanlık,
Suskunduk, bir adım sonram boşluk…
Mecali olmayan sözler gibi geçip gidiyordun,
Biliyorum, sonrası turuncu bir yalnızlık…

…o anda…
Geçip gidiyordun,
Korkuyordum kıyılarına vurup kalmaktan,
Büyüyordu içimdeki çocuk,
Vazgeçip sinmekten köşelerime…
Bir dalgın soytarı oluyordu,
Dua eden bilinmezliğe; hayalleri için.
Ve içinde büyüyordu;
Ardından kadınların gülüp, eğlendiği,
Kör bakışlı bir kedi…

…ve şimdi…
Uzak bir düş gibi,
Yanı başımdasın…

…sonrası…
Ben; beyaz kağıt üzerindeki mürekkep lekesi…

İlkayCeyhan
13 Mayıs- 06 Haziran 2012
İstanbul

17 Mayıs 2012 Perşembe

Sıradan Bir Gün Hakkında

Uğulduyordu her şey… Boşlukla sevişir gibi, içten içe… Bedeni bir taş gibiydi, bunun farkında olmak garibine gitti. Taş gibi, olduğu yerde; çok şey varken aklında dilinde hiçbir şey olmaması gibi… Ses vermeye çalıştı, vazgeçti sonra… Oturuyordu öylece. 

Eski bir berjer koltuk üzerindeydi, yeşil kadifeden, maun ağacından imal edilmiş, koyu renkli, kolçakları işlemeli… Etrafı sazlıklarla çevrelenmiş, yarı bataklık bir göl kıyısına kurulmuş, kendinden iskeleli bir barakanın verandasına atılmıştı koltuk. Barakanın iskelesine bağlı, yarısı suya gömülmüş bir kayık vardı. Bağlı olduğu direk sayesinde, kayığın yarısı suyun üstünde kalmıştı. Oturduğu koltuktan o kayığa bakıyordu. Sanki kendini asmış gibiydi kayık… Olağanca boşluğuyla bakıyordu kayığa… 

Eski bir barakaydı burası. Tek göz bir balıkçı kulübesi. Güneşten rengi solmuştu sundurmanın; camları kırılmış, parçalanmış balık ağı öbekleri yığılmıştı verandanın en dibine. Barakanın çatısını sarmaşıklar sarmıştı, bir sevgiliye sarılır gibi sıkı sıkı sarılıyordu sarmaşıklar, oradan verandanın oraya kadar iniyordu… Bir süre daha orada otursa, sarmaşıkların onu da saracağını düşündü… Taş gibi bir bedeni sarıp sarmalayan, kollayan sarmaşık fikri hoşuna gitti. Oysa uğulduyordu her şey… Düşündüklerini düşünmemeye çalışıyordu son bir kuvvetle… Başını ellerinin arasına aldı. Uğulduyordu her şey… Oysa, oturuyordu öylece… 

Düşünmemeye çalıştıkça, sanki daha çok açılıyordu hafızasının kapıları. Ağrılar giriyordu beynine her kapının açılışında. Düşünmek acı veriyordu, daha doğrusu düşünmemeye çalışmak. Düşünmek, nefes almak gibiydi, istemsiz, sadece hayatta kalmak uğruna… Uğulduyordu her şey, o kadar çok istiyordu ki bu uğultunun bitmesini. Elleri titriyordu, kafası ellerinin arasında… Elleri titriyordu… 

Kafasında dolaşıp duruyordu düşünceler... Kuş seslerini duydu, bir rüyadan uyanır gibi uyandı o eski balıkçı kulübesinin verandasında... İşte o zaman farkına vardı güneşli, güzel bir güne başladığının... İşaret parmağını hafifçe geri çekti, sustu kuş sesleri... Artık arkasındaki duvardan akıyordu düşünce parçacıkları... Sustu tüm uğultular…

İlkayCeyhan 
13 Şubat- 17 Mayıs 2012 
İstanbul

12 Nisan 2012 Perşembe

...İç Çekiş...

“Kalmak mı, gitmek mi daha zor Olric?
Kalmak efendimiz, kim kaldı ki?…”
Oğuz Atay, Tutunamayanlar

Kalabalıktı ortalık… Hayal mayal görüyordu çevresindeki insanları, alkol bulandırmıştı görüşünü… Kadıköy’de, eski, iki katlı evden bozma bir barın arka bahçesine biçimsizce konulmuş bir kanepenin üzerinde oturuyordu, elinde bira… Ne kadar içmişti? Daha içmeye kararlıydı, bundan emindi en azından… Yıllar sonra, liseden arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmişlerdi, zaten bulundukları bar, lisedeki arkadaşlarından birine aitti. Uygun görülmüştü, isminin kelime anlamı yabancı dilde “iç çekiş” anlamına gelen barda buluşulması. Ufacık bahçede elliye yakın kişi bir arada, hep bir ağızdan konuşuyor, eski günleri yad ediyordu. Başta, kendisi de, yıllardır görmediği insanları görmenin heyecanı ile çok konuşmuş, herkese yetişmeye çalışmış, beyninin kuytu köşelerine sinmiş tüm anıları ortaya saçmıştı, teker teker… “Dünü” bu kadar şatafatlı yaşamamıştı uzun zamandır, hızlı gitmiş, sonunda mutluluğun ağırlığına dayanamamış, oturmuştu bahçenin arka köşesine özensiz bir şekilde yerleştirilmiş kanepenin üstüne, etrafı izliyordu. Dişi bir kedi yanaştı yanına, “gel” deyince atladı geldi kedi. Beyazları fazla olan ufak bir tekirdi, 7 aylık var ya da yok. Güvenli bulmuş olacak ki sırtını dayadı adamın bacaklarına, yalanmaya başladı, sonra gerindi. Sonra baktı “kafamı bacaklarına koyup uyuyacağım, hazır ol” der gibi, koydu kafasını, uykuya daldı. “Durgunlaşmışsın” dedi yanında bir ses, kocaman, yeşili kahvesinden fazla ela gözleriyle ona bakıyordu onbeş yaşlarında, beyaz gömlekli, yeşil ekoseli eteğiyle, yüzü kalbinin haritasında uzun zamandır gözükmeyen ufak bir kız… Uzun sapsarı saçları düşüyordu omuzlarından. “Hoş geldin… Yüzünü unutacakmışım neredeyse…” dedi kıza. “Bir çok yüz tanıdın benim yüzüm üstüne, bir çok hayal kurdun, ondandır ama önemi yok çağırdın geldim işte”. “Ben mi çağırdım?” demeye yeltendi bir anda, vazgeçti sonra, sorgulamadı, “Niye geldin peki?” dedi onun yerine… “O kadar uzun zamandır, yüreğinin köşelerine sinmiş duruyorum ki, şahidiyim tüm yıkıntılarının… Kaç defa sancılarında savrulup durdum yüreğinin çeperlerinde… Çağırmana şaşırdım aslında, silinip gidiyordum az kalsın.” “Saçmalama, nasıl olabilir böyle bir şey? Ne zaman sıyrılıp baksam yıkıntılarımdan, bana bakan eski bir tanıdıktın sen”, “Sen öyle zannettin, benim yollarım patika kaldı yüreğinde…Hem demedin mi –neredeyse unutacakmışım seni- diye…” Başını eğdi utançla yere. Konuşmadılar bir süre, gitgide bulanıklaşan kalabalığa bakıyordu, kulaklarında uğulduyordu insanların sesleri, gülüşmeleri… “Hatırlıyor musun?” dedi ufak kız, “Neyi?” diye sordu, “kendini, geçmişini…” dedi kız. “Hayal meyal… Bu sefer her zamankinden daha farklı…”, “Bahane arama, madem benliğinin hafızası kayıp, beni nasıl çağırdın? Nasıl hatırladın beni?” Küçük kızın bakışları üzerindeydi, hissediyordu bunu, tenini, zihnini, damarlarını delip geçiyordu bakışları. O kadar çok bakış vardı ki bakışlarında. Kimi sevdiyse o bakışlara sinmiş gibiydi, tüm sevişlerinin toplamıydı. “Bak, oradayım, beyaz bir masada, üzerimde beyaz keten bir elbise ile oturuyorum. Yaş almışım senin aldığın yaş kadar. Oradayım işte, farkında değil misin? Hatırla, hani gitar çalardın eskiden, başına toplanırdık, söylerdin şarkılarını…”, “Şarkı söylemiyorum artık, gitar da çalmıyorum uzun zamandır” dedi huysuz bir şekilde. Niye böyle bir tepki verdiğini düşündü bir an, bulamadı. Sustu kız, kafasını çevirdi, uzaklara bakıyordu amaçsız bir şekilde. “Biliyor musun… Çok garip gitar çaldığım zamanları hatırlaman, ben bile hatırlamıyorum o zamanları. Silmişim ne varsa. Oysa, ben çalarken o kadar güzel bakardın ki bana… Tüm şarkıları senin için söylerdim…”, “Neden bıraktın çalmayı peki?”, “Senin için yazdığım şarkılar vardı, sen gidince tekrarlar oldum şarkılarını. Tekrarlandıkça epridi, silindi gitti hepsi. Senin için çalabileceğim bir “sen” kalmamıştı, anlamsızdı, bıraktım. Biliyor musun… Hep bir deniz kokusu taşıdım içimde sırf seni unutmamak için”, “Unuttun ama… Unuttun da denemez aslında, ne varsa hayatında geçmişin gölgesine kurdun, sen yükseldikçe ben gölgelerinde kaldım… Bak, oradayım işte! Beyaz bir masada oturuyorum. Neyin eksik, neyin fazla sorgulamadım ki hiç”. Bacaklarına kafasını koyup uyuyan kedi, ufak bir gurultu çıkardı, rüya görüyordu belli ki. Döndü olduğu yerde, neden sonra açtı gözlerini. Kedinin uyanışı ile birlikte kendine gelmişti o da, yanına baktı, kediyle kendisinden başkası yoktu oturduğu yerde… Sonradan farketti, beyaz bir masadan, üzerine beyaz keten elbise giymiş, sarı saçları omuzlarına düşmüş ve yeşili kahvesinden fazla ela gözleriyle ona bakarak gülümseyen kadını. Sordu kadın gülümseyerek: “Kendi kendine mi konuşuyorsun?”. Gülümsedi, havada deniz kokusu mu vardı? O’na mı öyle gelmişti? Bilemedi. “Hayır, kediyi seviyorum sadece… Hoş geldin…”, “Alper söyledi, gitar çalacakmışsın. Eski günlerdeki gibi…”, “Evet, eski günlerdeki gibi…”, “Durgunlaşmışsın…”, “Alkoldendir, gel Alper’in yanına gidelim”. Havada deniz kokusu vardı…

İlkayCeyhan
31 Mart- 12 Nisan 2012
İstanbul, Kadıköy-Beşiktaş

28 Şubat 2012 Salı

Karlı Bir Gecenin Hikayesi

Uyandı… Sebepsiz, telaşsız… Yabancı bir kedinin bakışıyla karşılaştı ilk önce. Kedi, odanın köşesinden, ilk kez görmüş gibi bakıyordu ona. Oysa ilk görüşü değildi bu kedinin kendisini… En azından bundan birkaç saat önce, eve girdiğinde görmüş olmalıydı onu bir kez daha. “Mantıklı olan bu” diye düşündü. Aldırış etmedi düşündüklerine. Sonra yanında yatan çıplak bedeni fark etti. Hatırlamaya çalıştı nerede olduğunu, kendi evinde değildi en azından, bunun farkındaydı… Çıplak bedene tekrar baktı, kadının adı neydi? Onu herhangi bir kadından farklı düşünmeye çalıştı bir an için. Ruh eklemeye çalıştı hem kendine hem de ona, yapamadı… Canı sıkıldı bu duruma, kalktı, donunu geçirdi ayağına, camı açtı… Soğuk, kar yağdı yağacak… Bir rahatsız homurdanma geldi yataktan, kedi yatağın ayakucuna çıkmış oradan onu inceliyordu. Belli ki fırsat görüyordu camın açılmasını. Cam açılacak ki kendisi dışarı çıkabilsin, baksın uzun uzun, havayı koklasın, bilmediği, görmediği, hayatında tatmadığı ne varsa o anda tanımaya çalışsın. “Yok öyle yağma!” dedi kediye. Çekti içine havadaki kar kokusunu, çiselemeye başlamıştı kar. Kapattı camı… Tekrar baktı yataktaki çıplak bedene, bir kez daha ruh koymaya çalıştı, hayır bu sefer adını hatırlamaya çalıştı. Bilmediği bir evde, aynı gece içerisinde ikinci kez gördüğü bir kedi ile aynı yerdeydi. Bir de çıplak kadın vardı tabii… Saçmaladığını fark etti, vazgeçti düşünmekten… İçeri odaya geçti. Elbiseleri dört bir yana dağılmış, bir kadın elbisesine, iç çamaşırına karışmıştı… “Acelemiz varmış…” diye düşündü, nasıl gelmişlerdi eve? Hatırlamıyordu… Çok konuşmuştu bütün gece, boğazı ağrıyordu konuşmaktan, sigaradan, alkolden… Kadın da kendi gibiydi, o da onun gibi… Adı neydi gerçekten? Sigarasını aradı yerde süklüm püklüm yatan pantolonun ceplerinde, bulamadı… Paltosunu aldı yerden, paltonun ceplerine baktı, yoktu sigara… Sağlam bir küfür salladı. Evi aradı sigara bulmak için. Filtresi kırılmış tek dal sigara buldu. Çakmak yoktu bu seferde. Mutfağa gitti, ocağı yakmak için kullanılan uzun çakmaklardan aradı, buldu bir tane. Sigaranın filtresini kopardı, yaktı uzun, şekilsiz, çirkin ocak çakmağı ile… Bir nefes çekti içine, ağzında tütün parçaları… Verirken çektiği nefesi boş boş baktı mutfak camından, camı açtı… Kar yağmaya başlamıştı sonunda, iri taneleriyle yavaş yavaş iniyordu önce gökten, sonra önüne engel çıkmış gibi kendi etrafında dönüyor hızla, çarpıyordu yere… Altında sadece donu vardı, izledi durdu pervane misali yeryüzüne koşan iri yapılı kar tanelerini, soğuk işliyordu içine… Biraz ferahladığını hissetti soğukla birlikte, uzun bir nefes çekti sigarasından, titredi soğuktan… Adı neydi çıplak bedenli kadının?

Yalnız bir şekilde geceye çıkmıştı, içi sıkılıyordu. Amaçsızdı… Kadıköy’de giriş kapısını ve ismini sevdiği ilk bara girmişti. Âdeti değildi Kadıköy’de bir bara gitmek. Yabancılığına vermek istediği için yalnızlık hissiyatını, hiç bilmediği, takılmadığı bir yere gitmek istemişti sadece… Kadının adı neydi? İlk gözüne kestirdiği kadın değildi aslında, çıplak bedenli kadın… Giriş kapısını ve ismini severek girdiği barda daha önce iki kadın ile tanışmaya çalışmış, ilki tarafından sağlam bir şekilde terslenmiş, ikinciyle olacak gibiyken kadın ayrıldığı erkek arkadaşından bahsetmeye başlamıştı. Teselli etmeye çalışmıştı önce, sonra saçmaladığının farkına vardı. İki dakika sonra kaçmıştı o kadının yanından zaten, ne gerek vardı boş muhabbete, nasıl olsa bir şey olmayacak… Şimdikini barın köşesinde, elinde bira, tüm umudunu kaybetmiş bir şekilde beklerken görmüştü. Kalabalık bir arkadaş grubu içerisindeydi kadın, kısa boylu, beyaz tenli, küçük memeli, güzel kalçalı… Kıvırcık saçları vardı, kızıl… Duruyordu öyle, yüzünde kendi gibi ufak tefek bir gülümseme. Gözleri farklıydı, karanlıkta dahi fark ediliyordu, gözlerinde bir şeyler vardı… Gözlerinde ne olduğunu çözmeye çalışmadı, uğraşmak istemedi… Acemice yanaşmaya çalıştı önce, grup içerisindeki hemcinslerinin tehditkâr bakışlarını hissetti, geri çekildi. “Böyleyiz biz erkek milleti” diye düşündü, “yırtıcı hayvanlar gibi alanımızı, sürümüzü koruruz”… “Sanki sen farklısın” diye payladı kendini sonra, bir yudum aldı birasından… Uzun uzun seyretti kadını ona yakın bir yerden. Kendisine çevrilmiş gözleri gördü sonunda kadın, rahatsız oldu önce… Sonra zararsız görmüş olacak ki yavaş yavaş yanaştı “hüzünlü görünüyorsunuz” dedi kadın… Ne demeliydi şimdi, “bir kadın kendisine sürekli bakan bir adama böyle demez ki, ya tokadı basar ya paylar adamı, bazen ikisi de aynı anda olur…” diye düşündü. Bir süre baktı kadının gözlerinin içine bir şey söylemeden, bir yudum aldı birasından, “seninle tanışmak için yol bulmaya çalışıyorum” deyiverdi bir anda… Anında bir korku çöktü içine, “tamam oğlum, yedin tokadı şimdi… Bok var, bulamadın mı söyleyecek başka bir şey?” Kadın baktı anlamsız, yüzündeki gülümseme de kaybolmuştu… “Haklısın” dedi “Densiz bir cümle oldu” diye toparlamaya çalıştı, kadın susturdu onu. “Adın ne?” diye sordu kadın, “adım…” Kadın da söyledi adını. Uzun uzun konuştular sonra, en azından bu kadarını hatırlıyordu. Ha bir de içinde bulundukları barı hatırlıyordu, barda çalan müzik grubunu daha çekici kılmaya çalışan sahne ışıkları, yüzüne vurup duruyordu kadının barın loşluğu içinde… Güzel bulmuştu kadını, kendini ne kadar çirkin buluyorsa o kadar güzel bulmuştu onu da… Nasıl gelmişlerdi eve? Kadının arkadaşları teker teker gitmişti onlara hoşça kal diyerek, arkadaşlarının hiç biriyle tanışmamıştı. Bu yüzden düşman bakışlar atarak uzaklaşıyordu arkadaşları. Bunu hatırladığına sevindi... Sahneye yakın dikdörtgen uzun bir bistronun iki tarafında konuşuyorlardı… Hatta dans bile etmişlerdi hatırladığı kadarıyla… İlk kim öpmüştü?

Kar taneleri göğsüne çarpıyordu, fırtına başladı, iyice üşümüştü… Son nefesi aldı sigarasından, camı kaparken kediyi fark etti. Yemek masasının üstüne çıkmış ona bakıyordu. Kafasını okşadı kedinin, kıçını döndü kedi… “Eh! Sevmezsen sevme beni!” dedi kendi kendine. Odaya döndü tekrar, yabancı bir yatakta, çıplak bir kadın bedeni… Uzun uzun baktı yatağa ve bedene. Kulaklarında çınlayan bir şarkı vardı geceden, “Belki bir şarkının her sesinde, belki bir sahil meyhanesinde”… Uzandı çıplak bedenli kadının yanına… “Islak bir yolda yalnız yürürken, bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın”… Susturdu içindeki ezgiyi… Sanki ruhu varmış gibi, sarıldı kadının çıplak bedenine… Çekti kendine doğru kadını, sarıldı sımsıkı bir kez daha… Sahi, kadının adı neydi?

İlkayCeyhan
28 Şubat 2012
İstanbul

22 Aralık 2011 Perşembe

Geri Dönüş

Elimde bavul, eski, ahşap bir evin önünde bekler gibi, ne yapacağımı bilmez bir halde duruyordum öylece. Taş gibiydi içimde… Olduğu yerde ağır, lal kesmiş… Kadim zamanlardan kalmaydı, bir o kadar da tarihim kadar yakın. Değişmiş miydi? Uzak gelirdi eskiden oysa… Şimdi bakıyorum da, hep yanı başımdaymış meğer. Hep beklemiş, zaten hep oradaymış, giden de benmişim ondan, ona geri gelen de… Değişmiş miydi? Taş gibiydi, olduğu yerde ağır, lal kesmiş…

Baktı bana, rüzgarlar vardı gözlerinde. “Böyle işte” demek istedi dilim, sıradanlaşmak istedi. Beynim başka bir şey söylüyor oysa, kalbim bambaşka. “Zamandan bahsediyorlar bana kimle konuşsam, -zaman en iyi ilaç…- diyorlar” dedim. “Durduğum yerde yanımdan akıp gidiyor oysa –zaman-, bir yabancı bakışa yanık, küskün bir çocuk kalıyor geride” dedim, baktı durdu yüzüme. Gözlerinde uçurumlar vardı.

Taş gibiydi, dedim ya, içimde… Ağırlığınca duruyordu. Konuştu neden sonra, sebepsiz. Tavan arasında saklı kalmış, eski, tozlu eşyalar gibi kırık dökük çıktı ağzından kelimeler. Dedi, “dert etmezdin bana gelişlerini bu kadar, ne farkı var bu sefer?”. Baktım durdum yüzüne, cevap aradım, bir çok kelime geldi dilimin ucuna, vazgeçtim. İstemedim anlatmak. Baktı gözlerimin içine ağırlığınca. Göğsümde koca bir sızı gibiydi, her bakışı kağıt kesiği… “Anladım” dedi devam etti bakmaya, yüreğimin her yeri kağıt kesiği…

Dedim, “O sevmiyor diye takmadığın atkıyı, çıkartıp sakladığın yerden tekrardan takmakmış ayrılık, öğrendim”. Baktı öylesine yüzüme, anlamsız. Gözlerinde yüzyılların durgunluğu. Soğuk, bronz bir heykel gibiydi, baktıkça dizlerimi titretti. Susmadım, devam ettim konuşmaya yine de. Titredi sesim, dedim “ Sebepsiz yere susmakmış, bazen de sadece gitsin diye içinin kasveti çok ve gereksiz konuşmak... Düşünmeden ve sadece tırnak ucu kadar bir mutluluk için saçmalamakmış kimi zaman. İçine ağlamakmış ayrılık… Özlemekmiş, özlediğini belli edememek… Öğrendim”. Homurdandı taşlaştığı yerde, huzursuz bir gök gürültüsü gibi “Bilmiyor muydun zaten bunları daha önce? Kaç defa yaşadın?”. “Defalarca yaşadım” dedim, “defalarca, çokça… İlk kez hissettim bunları, farkı bu sadece” dedim, sustu. Kim bilir kaç yüzyıldır susuyordu, suskunluğunda örümcek ağları... Homurdandı içten içe, bir şeyler söyleyecek gibi kıpırdandı, vazgeçti neden sonra… Baktım, gözlerinde okyanuslar vardı, ben de sustum… Affedilmek gibi huzurla baktı sonra bana. Dedi, “Üzülme evlat artık, sen ak git yatağında, zaman dursun bu sefer…” kadim dostum yalnızlık… “Tekrar gidene kadar, bir kez daha hoş geldin, ağlamak istersen omzum yanı başında…”

İlkayCeyhan
02 Ekim-22 Aralık 2011
İstanbul

12 Aralık 2011 Pazartesi

O Anda

Okyanus taşıyordu adımlarında
Sırnaşarak kucağıma yatan kedi,
Ardında su izleri…
Sevdikçe yosun koktu ellerim,
Turuncu bir yalnızlığı taşıdı içime…
Bir Kasım akşamında,
Yıl iki binlerin en on birincisi,
Özledim seni…



İlkayCeyhan
20 - 24 Kasım 2011
İstanbul