25 Kasım 2008 Salı

Öylesine Bir Hikaye

Sahnedeyim… Tozlu, tahta zemin üzerinde… Tüm spotları açık sahnenin, tam ortaya vuran ışık hüzmesinin altındayım… Kimse yok tiyatronun salonunda, daha oyunun başlamasına saatler var. Ekipten gelen ilk kişi de benim zaten, temizlik görevlileri bile ortada yok. Tek başıma, karşımdaki kırmızı kadifeden imal koltuklara bakıyorum… Birbirlerine geçmiş dişliler gibi sıralanan koltuklar dikkatle inceliyor beni, ben ışık hüzmesinin altında sessizce duruyorum.
Rahatsız ediyor bir anda beni boş kırmızı koltukların dik bakışları. Aslında rahatsız eden suskunluğum, işime geliyor suçu koltukların üstüne atmak… Yıllardır bakıyorlar bana öyle dik ve boş bir şekilde, hem gözlerimin kırmızılığı onlardan hatıra bana, dedim ya, beni rahatsız eden susuşum… Dekorların arasına dalıyorum bir anda kulis tarafına koşarak, nedenini bilmeden, tamamen içgüdüsel. Etrafa göz gezdirirken bilinçsiz bir şekilde, bir paravanın arkasından uzatıveriyor kafasını eski püskü bir berjer koltuk, “Ne var? Ne istiyorsun?” der gibi… Aslında “gibi” kısmı fazla… Resmen kafa tutuyor bana koltuk, büyükannelerimizin, ninelerimizin evinde görebileceğimiz kadar eski, tozdan rengi solmuş o yeşil kumaşlı, oymalı kakmalı, kaknem koltuk. “Ne var?” diye üsteleyerek soruyor bana paravanın arkasından efelenen, yapayalnız ölümü bekleyen yaşlı bir adamın huysuzluğuna sahip koltuk… Susuyorum… Tek kelime harcamaya niyetim yok. Huysuz koltuğun yanına gidip kaldırıyorum paravanı üzerinden. Güç bela getiriyorum sahnenin ortasına, biraz önce beni aydınlatan ışık hüzmesi artık ikimizi aydınlatıyor.
Anlam veremeyen gözlerle bakıyor bana, seyircilerini bekleyen kırmızı koltuklar, fısıltılarını duyuyorum ne yaptığımı sorgulamaya çalışan… Oturuyorum berjer koltuğun üstüne, “kilo vermen lazım delikanlı.” Diyor bana gıcık koltuk, “Sus” diyorum “kemiklerim iri benim…”. “Ama sağlığın için… Hem şekerin varmış; geçen kuliste konuşurlarken duydum” diye inadıma inat ediyor inatçı koltuk, “Boşver” diyorum “Çok sağlıklı düşünen biri değilim”.
Bir sahil kasabasının denize bakan, çıkmaz sokaktan bozma boşluklarından birine atılmış, eski püskü, boyası dökülmüş, üstü yosun dolu, kullanılmayan bir teknenin üstüne keyifle uzanmış bir kedi gibi oturuyorum yaşlı koltuğun üstünde… Işık gözlerimi kamaştırıyor, hani baksam geçmişimin penceresinden göremeyeceğim kimler gelmiş geçmiş hayatımdan, aşk solmuş mu, yağmur yağıyor mu hala aşk ağladığında…”Geçmişte yaşama delikanlı” diyor sanki aklımdan geçenleri okuyormuş gibi yaşlı koltuk. “Geçmiş ağırlık yapar bünyende eğer her seferinde bakarsan ona, ayağında prangalaşır, ağır aksak kalırsın” diyor “ bak bana, unuttum benliğimin festivallerini çoktan, takılı kaldım gölgelerimde, havai fişekler gibiymiş aşk, bir süre sonra tepe noktaya varır sonra yavaşça söner gidermiş, gerisinde bir iz bırakarak. Boşver geçmişi… Tadını çıkar sadece yaşadıklarının, zamanının, bak bana, örnek al, tozlanmasın seninde yüreğin paravan arkalarında…”. “Geçmişi düşünmüyorum” diyorum, şaşırıyor yaşlı koltuk. “Şimdide benim aklım, bir çift yeşil göz var gözlerimin içinde ve aklımda hep yemyeşil bir deniz, medceziri kuvvetli, poyrazı sert…”. “Ah be delikanlı!” diyor yaşlı koltuk, “Hadi kalk, boş ver, umudunu yitirme… Oyunun var akşam git hadi kostümünü giy, makyajını yap. Dağılır kafan nasıl olsa, hadi” diyor. Kalkıyorum, hala kendi aralarında fısıldaşıyor kırmızı kadife koltuklar. Gözümü kamaştırıyor sahnenin ışıkları, aklımın köşesinde hala yemyeşil bir deniz, İzmir’imin yolları gibi, tüm yollarım denize çıkıyor. Akşama oyun var, dağılmıyor kafam…

İlkayCeyhan
Eylül 2008
İstanbul

Hiç yorum yok: